Tuesday, December 15, 2009

Kendini çalmak (Temmuz 2009)

Küçüklüğümden beri müzik ve dans benim için bir tutku … Hayır, aklınızdan geçirdiğiniz gibi profesyonel bir dansçı olamadım. Evet, bir ara evden kaçtım, konservatuarda şan okuma şansım da oldu ama oraya da gitmedim. Her “gölge sanatçı” gibi ben de bir tarafta “zaten ben yeteneksizim” ile diğer tarafta “bu memlekette sanatla karın doymaz” arasında sıkıştım kaldım. Müzik; piyano çalmak, şarkı söylemek, okul orkestraları, ev buluşmaları, Beyoğlu’nun kıyı köşe mekanları, çocuk tiyatrosunda söylemek, ara sıra bir minik resital gibi “hobi” adı altında hep hayatımdaydı. Hiç müziksiz bir gün geçirdiğimi hatırlamıyorum, hatırlamak da istemiyorum sanırım.

Rüyalar ve kabuslarımda ise durum biraz farklıydı. Otuz yaşımı geçtikten, üniversitelerden mezun olup yüksek lisanslar yapıp kurumsal yaşamın hızlı yükselen bir parçası olduktan bir zaman sonra kabuslar arttı. Küçük yuvarlak masalarda loş lambaların olduğu bir büyük salonda, etkileyici büyüklükte bir orkestra ile süslenmiş sahnede mikrofona sarı puslu bir ışık düşüyordu. Her seferinde ben, o büyüleyici elbisemle tam ışığa uzanmak üzereyken ya genel müdürümün ya koordinatörümün ya Avrupa Birliği Eğitim Komisyonu başkanının ya da annemin “ay sahneye çıkıp söylemeye başlamadan son bir rica” dediği yeni bir görev veya işle karşılaşıyordum. Bütün gece orkestra çalıyor, ben telaş içinde işleri yetiştirip sahneye çıkmaya çalışıyordum. Hemen hemen her gece aynı kabusu görmeye başlayınca tahmin edersiniz ki “kurumsal” hayatım da daha yorucu olmaya başladı. Kronik baş ağrıları, asık surat, uykusuz geceler, sinirli sabahlar beni iyice köşeye sıkıştırdı. Yoga, meditasyon, hatta çeşit çeşit terapi önerenler oldu eş dosttan. “Yeni bir hobi edin” kendine diyenler de çıktı. Resim yapıyorum, örgü örüyorum, yazıyorum, fotoğraf çekiyorum, sürekli dilimde melodiler, “bir tane daha hobi alırsam bu daracık evde nereye koyacağım?” derken Özgü (abim O benim!) aradı. İstanbul’a geldiğini, onu hemen görmem gerektiğini çünkü benim şifamı bulduğunu söyledi. “Hatta şu an yanımda” dedi, adres verdi gittim. Yanında biri vardı. Güleryüzle bindiler arabaya. Abim yeni bir tarif verdi, “Şifanın diğer parçasına gidiyoruz hep beraber” dedi.

Böyle tanıştım ben KeKeÇa’yla. Başlarda nasıl olabileceğini, ne demek olduğunu çok canlandıramadım gözümde, aklımda. Sonra temel eğitimine katıldım. Işık doldu dünyam. Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuğun nasıl özgürleştiğini bilir misiniz? Bir anda mesafeler daha ulaşılabilir oluverir. Dünya artık tepenizde değil ayaklarınızın altındadır. Sizi kimse tutamaz. İşte öyle oldu benim için de. Kendi bedenim, sesim, nefesim, varlığım yepyeni anlamlar ve işlevler kazanmaya başladı. “Gölge”ye saklanan içimdeki sanatçı merakla dışarı uzandı. Bedenimin öğrenebildiğini, yapabildiğini görmek cesaret verdi. “Zaten ben yeteneksizim”in yerini “ben de yapabilirim” aldı. “Bu memlekette sanatla karın doymaz” ın yerini ise “Sanat olmazsa sağlık da olmaz” aldı. Müzik, ses, beden, dans bir hobi, rüya veya kabus kılığına bürünmekten kurtuldu, her bir yudumu can veren duru pınar suyu gibi apaçık giriverdi dünyama. Heralde baş ağrıları, uykusuzluk gibi yan etkilerin benim için geçmişte kaldığını söylememe gerek yoktur.

Sonunda “kurumsal” yaşamımı yarıya indirmeyi başardım, üstelik içine de beden müziğini katmaya başladım. Sonra öğrencilerin de yetişkinlerin de, ucundan kıyısından bu ışığa dokunan herkesin nasıl çiçeklendiğini, ne çok öğrendiğini ve dönüştüğünü görmeye başladım. İşitme engellilerin bedenleriyle nasıl kendilerini ifade ettiklerini gördüm. Dünyanın dört bir yanından bambaşka kültürlerden gelen insanların bedenlerini ve sesi nasıl paylaşabildiklerini gördüm. Dansçıların bedenleriyle, müzisyenlerin seslerle nasıl da bambaşka ilişkiler kurmaya başladığını gördüm. En çok “ben yapamam, hiç anlamam el kol çırpmaktan” diyenlerin zoru başarma hissiyle yüzlerinin nasıl aydınlandığını gördüm. “Aaa benim sol kolum bugüne kadar meğer hiç yokmuş” diyenlerin kendi bedenleriyle nasıl tanıştıklarını gördüm. Daha da önemlisi biraraya gelip çoğaldıkça seslerimizin ve hareketlerimizin hep birlikte ve ayrı ayrı nasıl da büyüleyici olabileceğini yaşadım.

Daha yolun çok başındayım. Yeni başlamış bir öğrenciyim. Yine de bu dünyanın ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu hissedebiliyorum, hem de her yaştan, her kültürden, her meslekten insan için. Tanıdığım herkese en doğal, en eskiye dayanan ve en yalın olan çalgıyı; yani kendi bedenlerini yeniden keşfetmeleri için iki bum, bir şak, dört şıkı şıkı yaptırıyorum. Bir tadına baksınlar diye. Öyle uzaktan düşünüp kurmakla olmuyor, ortaya gelip birlikte oynamak gerekiyor bedeni çalabilmek için.