Monday, December 27, 2010

Bana kalan büyük miras...


babannem.... küçükken altımı değiştirenlerden biri... karnımı doyuranlardan biri... bana temiz olmayı öğretenlerden biri... bu kadarını pek çok babanne yapabilir... bundan sonrası bence benim ne kadar şanslı olduğumun en güzel göstergesi:
O dönemin yazlık sinemaları pek bir meşhur ve değerli, şimdiki gibi binbir kanal uydu seçenekleri yok ne de olsa, hatta tv bile yok. Babannem amcasının yazlık sinemasında bulunmaktan pek bir mutlu, tüm filmler, dönemin klasikleri, operalar... öğrenilen herşeyin başı Manisa'da bir yazlık sinema... bir de yetenekler var keşfedilen, inanılmaz bir ses ve kulak, resim çizmede pek bir marifetli el ve göz, iyilikte kimsenin geçemeyeceği bir yürek... meşhur bir opera sanatçısı olma hayali... sürekli çizilen birbirinden güzel resimler... ancak o dönemin anlayışı, o anlayışta bir baba ve onaltı yaşında evlenen (neyse ki kendisinin rızasıyla) babannem... 17 yaşında gelen babam, dört yıl sonra gelen halam, bir kaymakam sonra da vali eşi olmak, kağnı üzerinde depremden yerle bir olmuş Erzincan, ardından Erzurum ve Anadolu'nun nice birbirinden güzel şehrine taşınıp durmak... hep zarif, hep şık, hep tertemiz, hep iyi yürekli, hep cesur, hep vakur olmak... kendi oğlunu gömdüğü halde ayakta durmak, hayata sarılmak... vefatından bir gün önce denizde bir güzel yüzüp, çocuklarıyla kağıt oynamaya doyamayıp gecenin birinde hala kıkır gülüyor olabilmek...

Bana çok büyük bir miras kaldı, dedemden bir yıl sonra bizden ayrılan babannemden. Müziği ondan öğrendim, hem de en iyilerinden, küçükken bütün operalar, valsler, tangolar, Türk müziğinin seçkin eserleri, klasik Jazz dünyasının ve müzikallerin en güzel örnekleri hep onun ağzından, her notası ezberlenmiş, yenilip yutulmuş geldi kulağıma, bazen ıslıkla, bazen sözleriyle, bazen mırıldanarak ama daima hep müzik vardı evimizde, hem de canlı eşlikli!

Resim yapmayı da ondan öğrendim, perspektif ne demek, renkler nasıl karışır, moda tasarımında çizim oranları neden değişir, pastoral senfoni çizilince neye benzer, dağların üzerine kar kondurmak için ne yapmak gerekir...

Düzenli ve titiz olabilmenin en pratik ve hızlı çözümlerini de ondan öğrendim, hamaratlık ne demek, en güzel yemeklerin sırları nedir...

Gıpta edilesi bir eş olmanın incelikleri de kendisinden (çeyreği olabilsem sırtım yere gelmez!), her daim şık ve asil olmak için neler yapmak lazım, nasıl vals yapılır, nerede nasıl konuşulur, ne zaman konuşulmaz, daima iyiliğin yanında olmak için ne kadar cesaret gerekir, bir eş nasıl desteklenir, hayatı paylaşırken kolaylaştırmak ne demek, en önemlisi insanları yargılamadan nasıl yaşanır, herkesi sevmek nasıl olur.... yok, tabii ki becerebildiğimi söyleyemem ama nasıl bir melek olunur biliyorum, örnek ver derseniz de verebilirim!

Zaten babannem kanatları bir süreliğine alınmış, aramıza hayat vermek için katılmış bir melekti... Şimdi kanatlarını taktı tekrar ve eminim uçup dolaştığı yerlerden yüreği ile bizim yanımızda, sürekli sırtımızı sıvazlıyor, güç veriyor... seni seviyorum babanne ve senin var oluşunla alabildiklerimi layığıyla taşımak için çalışmaya devam edeceğim.. ve biliyorum ki bugün bedenimle müzik yapabiliyor, engelli engelsiz herkesle bunu paylaşabiliyor, eve gelip boyalarımı elime alabiliyor, dans ederken azıcık hoş görünebiliyor ve daha önemlisi yaşamdan mutlu olabiliyorsam senin büyük parçanı da benimle yaşatıyor olacağım...

Güzel kal, benimle ve bizimle kal kartanem...

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Wednesday, October 20, 2010

Europa InTakt Şöleni



Hayat bu aralar kendini ve ederini tuhaf yollarla gösteriyor. Şikayet etmelerim çok azalıyor, farkındayım; elim ayağım tuttuğu, kafam çalıştığı için ne kadar şanslı olduğumun, farkındayım istisnai değerli bir ailem ve inanılmaz dostlarımın yanıbaşımda olduğunun ve farkındayım bir kadının olabileceğinin bile ötesinde mutluluğu tam da şimdi tadabilmiş olduğumun... Hepsinin de kıyısına köşesine kadar burnumu sokuyor, doyasıya ve hatta doyamasıya içime çekiyorum her fırsatta... Ama hayat bana bunu tuhaf yollardan yaşatıyor... Önce tadından yenmez bir haftamı paylaşmak istiyorum, acı haber sonra gelsin, zaten üst üste hissediyorum bari burada yazıları üst üste olmasın...

Efenim, Almanya'daydık, KeKeÇa ile "inclusive" bir şölende, Europa InTakt Şöleninde; yanımızda 23 "işitmeyen" ve 2 "işiten" öğrenci ile beraber. Şölen diyorum çünkü konferans, seminer, atölyeler, konserler, bir haftalık kamp vb. hiç bir terim şölen kadar yakışmıyor yaşadığımız şeye. Bu öyle bir şölendi ki gündüz birlikte kahvaltı ettiğim otistik arkadaşım akşam gösteride lezzetli bir vurmalı grubunda koto davulu çalıp şarkı söylüyor, gündüz birlikte gölge oyunları atölyesinde alt alta üst üste perdelerin arkasında süründüğüm "down sendromlu" arkadaşım gece kilise konserinde bir İtalyan Senfoni Orkestrasının baş kemancısı olarak solo atıyor, bizim süper "işitme engelli" gençlerimizden biri bir İtalyan hocayı yakalamış hostelin kapısının önünde ona Türkçe öğretip karşılığında İtalyanca öğreniyor, gecenin bir yarısı 50 metre ilerdeki kilise meydanında başka topraklardan gelmiş üç beş adam bedenimizi çalarken yoldan geçen bir Alman genci olaya tezahurat etmekle yetinmeyip dayanamayıp çembere giriyor, sonra yolda gördüğü herkese bağırıp çağırıp bizim çemberi büyütüyor, sabah kahvaltısında "spastik" Daniel bana Fransızca öğretiyor, Litvanya'lı "spastik" güleryüzlü kız Gökçe'yi her gördüğünde kendi bedenine vurarak öğrendiği ritimleri pekiştiriyor, tüm gösterilerde salonları inleten alkıştan hemen sonra bizim EEYO gençlerinin işaret dili alkışıyla herkesin (yüzlerce insan) elleri havada sallanıyor....

Bu "engel" kelime ve sıfatları hep tırnak içinde kullanılacak bundan sonra, çünkü "engelsiz" insan sürüsüne "engel"miş gibi görünen pek çok özelliğin ardında ne kadar da engellerinden arınmış, değerli sanatçı, usta ve pırlanta insan olduğunu biliyorum artık. Uri bana tekrar gerçekten içimden yüreğimden sarılmayı hatırlattı, Daniel her sabaha gülümseyerek ve herkesi selamlayarak başlamamız gerektiğini, Zıp Zıp (adını hiç öğrenemiycez sanırım) her an her yerde sanki kimse yokmuş gibi dans etmem gerektiğini, Eva bir perdenin ardında silüet olarak da yüz ifademi yansıtabileceğimi öğretti, Uri bana her gün en az onbeş kez sarılmam gerektiğini hatırlattı, Charlie beden müziğinin yeni karşılaşanda yarattığı heyecanı, dostluğun zaman ve mekandan bağımsız hemencik olabileceğini gösterdi, Alex içimdeki kuşu, maymunu, ayıyı öğrencileri üzerinden gösterdi, Linda gülümseyip zıplarken kocaman bir ritim grubunun tüm komutları saniye sektirmeden uygulayabileceğini ve bunun için duymaya bile gerek olmadığını gösterdi, Uri bana ağrıyan yerim olduğunda sevdiğim birinin eliyle dokunmasını sağlamam gerektiğini hatırlattı. Uri bana insanlarla göz göze geldiğimde gözlerinin en içine kadar gülümseyebileceğimi hatırlattı. Uri, hepimize dansın büyüsünü gösterdi. Uri, hepimizi o minik kafası, kepçe kulakları, tamamen şaşı, burnuna yapışmış koyu mavi derin güzel gözleri ve gülümsemekten kırışmış dudak kenarlarıyla büyüledi. Onun varlığı yetti, tıpkı Zıp Zıp gibi...

Ve son gün partisinde hayatımda gördüğüm en etkileyici dans yılanının başını tekerlekli sandalyedeki otistik arkadaşımız çekiyordu, arkasında 300 katılımcının her şeklinden bir kaç tane vardı, eğitmenler, bakıcılar, sanatçılar, öğrenciler, destekçiler, anneler, yöneticiler, işitme engelliler, spastikler, görmeyenler, otistikler, davulcular, kemancılar, gölgeciler, ışıkçılar, sesçiler, garsonlar, gönüllüler, dansçılar, bisikletliler, görenler görmeyenler, duyanlar duymayanlar, yürüyebilenler zıplayanlar....

Şölen Irmgard Merkt'in insanüstü çabaları, büyüleyici enerjisi, bitmek bilmeyen duru aklı ve cesur yüreği, gücüne güç katan deneyimi ve melek gülümsemesi ile gerçekleşti. Daha da büyüyecek, daha çok insan daha çok gülümseyerek, daha çok çaba harcayarak daha insanüstü şeyler yapacak, ve bu şölenler bir gün sizin kasabanıza kadar gelebilecek. O'na gıyabında "goddess" demeleri boşuna değil, böyle bir şölenle en az 300 kişinin hayatını bir haftada böylesine güzel değiştirebilmek tanrısal bir güç ister, bir o kadar da haz verir eminim... İyi ki varsın Irmgard ve iyi ki varsın KeKeÇa! Bu yaşadığım için teşekkür etmem gereken insan sayısı o kadar çok ki yazmaya başlarsam okuyanların hepsini bayıltırım korkarım ki.... O yüzden herkes ve hepsi adına iyi ki varsın Uri!

Tuesday, September 14, 2010

Beyaz tenli büyük kulaklı dev!




Bu medeniyet dediğin idealinde tek dişden fazlasına sahip yaratık ne acayip şey! Bir de analar ne evlatlar doğuruyor maşşallah!!

Barselona’da tanıştık, tamam dedim adam tam Hollandalı, üzerinden akıyo; boyu, ellerinin kalın ve uzun, bir yandan güçlü bir yandan kaba görünmesi, omuz genişliği, kemik yapısı, herşeyiyle tam Hollandalı… Muhabbet arttıkça, dışarıdan görünen iri gücün altında meraklı, duyarlı, ince bir adam çıkmaya başladı. Önce yüzlerce soru sordu, profesyonel, özel, genel, kültürel, hayattan filan… hepsinin amacı beni daha iyi tanımak, anlamaktı. Başka kültürden gelen, başka cinsiyetten, başka bir yaşanmışlıktan gelen başka bir insana duyulan merak. Hevesli bir merak. Yaratıcı bir merak. Bende de merak uyandırdı bu merak. Tanıştık. Konuşa konuşa saatler günler geçire geçire tanıştık. Birlikte daha çok çalışmaya başladık, Henk her uluslar arası ortam ve fırsatta benim okulu ve beni dahil etmek için çaba harcadı, bazen biliyorum ki sıkı konuşmalar ve restlerle savunup ikna etmek zorunda kaldı. Kendi okulundan, evinden, hayatından bana iyi gelebileceğini düşündüğü şeyleri öncelikli gerekir diye paylaştı, diğerlerini de paylaşmaktan ve dostluktan keyif aldığı için. Henk hemen herşeyini hep benimle paylaştı. Ben de geri kalmadım bu halden, ben de ikna etmek için uğraştım zaman zaman bazı koltukları, bazen zor anlar geçirdim ama onun bir bildiği vardır ve o bildiği kesin hayırlıdır diye inandım, boşuna değil hak ettiği gibi inandım. Gerçekten her inatla istediğinde bir hayır vardı, özellikle çocuklar için, öğrenme uğruna ve sanat uğruna. Müzik adamıdır Henk, bir o kadar da öğretmen. O yüzden düşündüklerinde, hayallerinde, planladıklarında, yaptıklarında ve yapamadıklarında hep başkalarının müzik ve deneyim adına bir kazancı vardır bu çabaya değecek.

Ben ondan çok şey öğrendim. Geçenlerde bir liste yapmaya karar verdim, Henk’in hayatıma, deneyimlerime kattıkları, sayesinde öğrendiklerim diye. Elbette sadece ondan değil, ama onu düşündüğüm zaman aklıma ilk gelenleri sıralayıverince helal olsun böyle evlat doğuran analara demeden geçemedim. Tabii ki onun da huysuzlukları, zor yanları var ama o anlarda da hayattan ve onunla olmaktan keyif almaya devam ettiğimi itiraf etmeliyim.

E buyrun size liste:
• Takdir etmek: Yok biz zaten kültür olarak çok yatkın değilizdir takdir etmeye, ayıp gelir, birilerini şımartıyor gibi hissederiz, böbürlenmek övünmek filan iyi huylar değildir bizde… ama iyi bir işler yaptığımızda, sevilen birileri için fedakarlıkta bulunduğumuzda filan da takdir edilmeyi bekleriz. Her insan bekler aslında ve doğal bir ihtiyaçtır bu ruhumuzun sağlığı için. Henk’in takdir etme biçimi özellikli bence. Çünkü bunu sizin yüzünüze baka baka ve bol süslenmiş sözlerle yapmak yerine sizin de bulunduğunuz bir anda ortamda bulunan bir başkasına hitap ederek sizden bahseder, bunu öyle doğal bir yolla, laf oraya gelmişken ve öylesine yapıverir. Takdir edildiğinizi duyarsınız, mahcup hissedip yanıtlamak zorunda hissetmezsiniz size söylemediği için, şımaramazsınız da, ancak daha çok motive olursunuz. Hatta bazı zamanlarda gerçekten hak etmişseniz duyduklarınız karşısında “vay be ben de ne adammışım” diyebilirsiniz bile. Kullansanız da kullanmasanız da Henk sizin ruh sağlığınız için minik reçetecikler atar ortaya. Bazen de başbaşayken dünyanın en önemli konuşmasını yapıyormuşcasına ciddileşir ve bu kez gözlerinizin içine baka baka size güzel şeyler söyler. Asla fazlasını söylemez, arkasına olumsuz eleştiri eklemez, çok da konuşmaz ama öz konuşur.

• Çaba harcamaktan vazgeçmemek: Bir proje fikrimiz vardı, daha doğrusu Henk’in bulutların üzerinde, hafif puslu, uzaktan görünen hayali ve benim onu yeryüzüne yaklaştıran üçyüzyirmiyedimilyon altıyüzyetmişbeşbin ikiyüzseksendokuz sorum ve eleştirim. Güzel olmuştu son ortaya çıkan. Bu proje için üç yıl boyunca fon başvuruları yaptık, olmadı yeni ortaklar topladık, olmadı pilot deneme yaptık, olmadı uluslar arası konferanslarımızda örnek fikir diye yaydık, olmadı seyahatler edip bir araya gelip günlerce yazıp çizdik, olmadı yöneticilere gittik…. Olmadı olmadı diyip duruyorum, teknik aksaklıklardan, fon eksiğinden, okul fazlasından filan sürekli revize edilip durdu da olamadı. Henk vazgeçmedi. Benim de vazgeçme ihtimalim olan tüm patikalarımı tıkadı. Hala denemeye devam ediyoruz, hala hepimizin aklının bir köşesinde tek gözü açık uyuklamakta olan bir kahraman var, her an gelebilecek bir fırsatı kollayan. Vazgeçmemeyi öğrendim, şikayet etsem de etmesem de, yorulsam da yorulmasam da, sıkılıp üzülsem de durumun, halimin, ortamın ve doğanın gerektirdiğini, istediğimi veya uğrunda değeceğini düşündüğümü gerçekleştirmek için vazgeçmemeyi öğrendim. Evet belki her zaman başaramıyorum, bazen vazgeçiyorum ama o zaman da fark ediyorum ki vazgeçilebilir olduğundan veya daha fazla uğrunda uğraşmaya değer bulmadığımdan bu vazgeçişler.

• En kötü durumları bile iyiye yönlendirmek, olumlamak: Henk hemen her batı Avrupa’lı gibi cebinde bir iki akrep taşır ve tasarrufun suyunu çıkardığı zamanlar olur. Genel olarak bakıldığında çok doğru bir tavırdır bu. Buzdolaplarında bizimki gibi aylık, haftalık yemek malzemesi, beş çeşit peynir bulunmaz, günlük alınır herşey, böylece hem ziyan olmaz, hem oburluk olmaz, hem her gün markete yürüme hareketliliği olur hem de buzdolabı fazla enerji harcamaz. Adamların ekonomisi böyle tıkırdar gider. Ancak bu hayatın bazı alanlarında astarı yüzünden pahalıya patlar bir hal alabilir. Çünkü bu tercih etme eylemi (ki dolabı doldurmamak bir tercih gibi görünebilir) bir süre sonra zihnimizin yapısı ve doğamız nedeniyle alışkanlık haline gelebilir (iki nöron arasında kurulan bağ, aynı durum olduğunda ilk tercih edilen ve tekrarlandıkça gelişen bağdır ve alışkanlıklar da aynen böyle son yaptığımız nöron bağlantılarını tekrar etme eğiliminden doğar). Bu durum bazen hayatın diğer alanlarında da farkına varmadan bu şekilde düşünmemize neden olur. İşte bu arada bir bizim Henk’in de başına gelir. Bir seferinde yine yanında bir grup gencecik öğrenciyle beraber bir Avrupa Birliği projesinin yıllık buluşmasına canım memleketim İstanbul’a uçakla gelmesi gerekti. Araştırdı baktı dolandı, benim illa da THY demelerimi çok da ciddiye almadı ve Corendon diye bir Hollanda Türkiye arası tarifesiz denilen (bence kanattan başka bişiyleri yok, onlar da yanlış yere doğru uçuyorlar genelde ya neyse…) bir uçak firmasını seçmeye karar verdi, çünkü çok ekonomikti. Hatta geldiğinde diğer ülke delegelerine bu durumla hava atma hakkı da vardı kesin. Ancak tabii ki Atatürk havalimanı değil Sabiha Gökçen oldu iniş durağı, eh tabii kendilerine özel bir minibüs ayarlandı (bu da para demek), herkes Atatürk Havaalanından koca bir otobüse doluşup Kilyos’daki misafirhaneye geldi, minibüs bekledi Sabiha Gökçen’in önünde… ve minibüs bekledi… ben şöföre onlar gelene kadar oradan kıpırdamamasını söyledim. Isınma tanışma oyunları başladı, minibüs bekledi. Akşam yemeği servisi başladı, minibüs bekledi, ben endişelendim. Kumsal kenarında, altı ülkeden lise gençleriyle oturup gitar eşliğinde mırıldanmalara başladık, herkes kaynaştı, minibüs bekledi, ben endişelendim. Sonunda telefonum çaldı, Henk telefonun diğer ucundan bana “biz Antalya’daymışız” dedi, “gelip alabilir mi minibüs acaba?”… Telefon elimden düştü, minibüs bekledi, ben cevap veremedim. Neyse ertesi günün sabah saatlerinde beklemekte olan minibüs misafirlerine kavuştu, Henk hava atamadı, ben perişan oldum, minibüs, transfer, zaman, emek, telefonlar derken THY’den pahalıya geldi tabii ki sonuçta, ve Henk sorumluluğunu aldığı bir grup 15-16 yaşında şımarık öğrenci ile bilmediği bir ülkede, saçma tartışmalarla uyumadan uğraşarak geceyi geçirdi, yoruldu, gerildi ve sonunda şöyle dedi: “Ben de hep Antalya’yı görmek istemiştim, sadece havaalanı yetmedi, sence seneye öğrencilerle orada bir proje çalışması yapamaz mıyız? Hem bu sefer Corendon ile direk İstanbul uçuşu alıcam, Antalya uçuşundan ucuz ve aynı yere gidiyor!” Bir sonraki sene bizim öğrencilerle onun öğrenciler Antalya’da özel bir kampta hep birlikte bir performans çıkarmak için çalıştılar, Henk THY ile uçtu, minibüs filan beklemedi ve ne zaman sohbeti olsa kıkırdayarak “ne keyifli maceraydı” dedi, “en güzel anı da sonunda kavuşmaktı”…

• Sınırsız hayal kurmak: Hayal kurmak önemli bir besin, hem yaratıcılık için hem motivasyon için hem sanat için hem ruh sağlığımız için… Hayalperest olmakla hayal kurmak arasında da fark var, Henk çok gerçekçi biri, hayalperest olduğunu söyleyebilecek bir seveni olduğunu hiç sanmam ancak hayal kurmak konusunda tam bir profesyoneldir de. Yeni bir proje üzerinde çalışıyorduk iki yıl önce, ilk projemiz bir başarı hikayesi olmuştu ve bizim planladığımızın ötesinde bir birliktelikleri, yaratım süreçleri ve kazanımları oldu öğrencilerin. Kurguladığımız son aşamaya öyle hızlı geldiler ki kendileri projeyi geliştirip taştılar zaten. Biz de bu deneyimin üzerine çocukların getirdiği noktadan daha da ileriyi kurgulayalım dedik. Zaten yedi ülkeden onlarca lise öğrencisi aynı anda sahnede kendi kurguları, doğaçlamaları, kendi ses ve hareketleriyle bir performansı (üstelik hiç bir araya gelip çalışamadan) sergileyebilmişken daha ilerisi ne olabilir ki? Şeytana şapkasını nası yapsak da ters giydirsek derken Henk bir toplantı talep etti, kalkıp geldi, toplandık beyin fırtınası yapalım diye. Tam fikirler akmaya başlamışken bir öğretmen “o şu yüzden olamaz..” diye lafa girişti, sonra bir başkası “bu da olmaz çünkü…” dedi ve Henk ayağa kalktı. O kalkınca herkes susar, boy pos var adamda elbet, zaten herkes sussun diye kalkar ayağa. Sonra yüzüne kocaman bir gülümseme kondurdu ve “rüyada olmaz diye bişiy yoktur” dedi, “hadi birlikte bir rüya tasarlayalım, varsın olmasın”. O zaman fark ettim ki, ne olursa olsun hayal kurarken olabilir hayaller etrafında dolanıyormuşum, oysa adı üzerinde hayal bu, rüya bu. Uçabilirim hayalimde kollarımı açıp, illa kendime bir pervane, kanat bağlamak veya Corendon bileti almak zorunda değilim hayalimde Torosları geçmek için… Henk haklı, hayallere sınır koymamak lazım, varsın gerçek olmasınlar, zaten olmamalılar çünkü hayal onlar.

• Sınırların ötesinde buluşmak: İlk tanışıp yakınlaşmamızdan sonra kursağımızda kaldı muhabbet, zaten bu proje toplantıları üç günü geçmez, üç kuruş gün başına harcırahı vardır, herşey sınırlı, acele ve yoğun kıvamlıdır, dönünce bi süre salaklarsınız, boş gelir hayat, yavaş gelir. İşte yine öyle oldu, evlerimize döndük, rutin devam etti. Bir sabah msn’den bir ışık yandı, “hey günışığım naber?” dedi Henk! Hadi buyur, nerden buldu benim msn adresimi, amca 50 yaşında böyle gülümseyen suratları filan gönderip nasıl böyle hızlı yazıyo filan derken alıştım tabii haftada bir iki merhabalaşmaya, dertleşmeye, tartışmaya, toplantı yapmaya. Zamanla beyin fırtınaları, ortaklarla çoklu toplantılar derken iki yıl sonra baktım ki gözünü sevdiğimin teknolojisi sağolsun sınır kalmadı aramızda. Sonra onların okulda msn bir sorun olmaya başladı, emailler yavaş geldi, baktım facebook’tan merhaba diyo bu sefer. Müziği paylaşıyoruz, ailelerimizi, hayatlarımızı, işi, projeleri… Bir yandan kesilse bir başkasından açtı kapıları, farklı kültürlerden, farklı dinlerden (benim dinle hiç alakamın olmaması da yeterince farklı sayılabilir tabii), farklı jenerasyonlardan, farklı dillerden ve daha bi sürü farklılıktan sıyrılan iki insan, cinsiyetsiz, ırksız, dinsiz, tercihsiz, yalın ve sınırsız buluşmaya devam ediyoruz, sanırım hayatımız sona erdiğinde de bir şekilde bulacağız birbirimizi…

• Değişime ve renge inanmak: Hiç mi korkmaz insan değişimden kardeşim?? Duvar boyası yapıyoruz gençlerle kaynaşma etkinliği diye, boyalar var rengarenk, ayrı ayrı temiz temiz duruyorlar, karışsınlar diye bakar hevesle, karışınca ne olacak? Genelde sonunda bok rengi olur o işler, olsun. Müzik yapacak gençlerle, performans tasarlanacak, herkesi dinler, herkese fikir ürettirir, aklı başka yerde olan veletlere bile, gerekirse zorla ama herkesin katkısını bekler. Katkı dediğin de öyle elle tutulur olmak zorunda değil, bir fırça darbesi yeter, renk olsun, doku olsun, değişiklik olsun…
Bir gün Jan kendi sınıfının fotosunu göstererek koskoca konferansta bilmem kaç ülkenin delegesine çok kültürlülüğün özelliklerinden bahsederken kulağıma eğilip sessizce “ne güzel rengarenk di mi?” dedi, “düşünsene ya hepsi bembeyaz olsaydı, o zaman hiç burada yanyana oturuyor olamayacaktık heralde!”

• Müzik: Bakır nefesli birkaç enstrüman çalar, müzik öğretmenidir ama boş vakitlerinde yerel bir bandoda görev alır, haftasonları çalışmalarına gider, her türlü müziği dinler, arar tarar bulur çıkarır. En acayip olanı o istisnai seçici kocaman kulakların, sırf gençler seviyo diye pop dünyasının en feci ürünlerini bile, yüzünde bir gülümseme ve kafada ritmik minik sallanmalarla, parmakların dizleri çalmasıyla birlikte alıp işleyebilmesi ve kulaktan gelen bu genelde katlanılamaz titreşimleri nöronlarının arasında dolaştırıp, olumlu tepkiler olarak dudaklarının arasından çıkarabilmesidir. Müzik müziktir ve sınırları çok çok geniştir, tamamen bir zevk meselesidir, herkes yapabilir ve yapmalıdır, çok çok uğraşıp en iyi yapanlar için burslar bulunmalı, gecelerden sabahlara kadar gerekirse birlikte çalışılmalı ve hayat boyu bu uğraş devam etmelidir. En çok anlaştığımız nokta budur heralde; müzik heryerde her şekil her zaman yeter ki var olsun, herkesin eline, gönlüne, kulaklarına, yüreğine değsin…

• Dostluk: Yeni bir boyut geldi hayatıma bu açıdan. Daha önce hiç 50 yaşında Hollandalı, peynire allerjisi olan, bana “günışığı” diyen, her yaptığı uluslar arası işte adımı bulaştırıp, n’apıp edip beni de katan, gerektiğinde içimi ısıtan, gerektiğinde sakinleştiren, gerektiğinde “sakinleştir beni” diyen, gerektiğinde heyecanlandıran, omzuna yatıp ağlayabildiğim, omzuma kadar eğilip ağlayabilen bir dev ile dostluğum olmamıştı. Artık var. Dost olmak birbirine doğru dürüst olmak demek, gerçek bir güç ile sımsıkı yanıbaşında durmak demek, yanlış yapmasın diye karşısına dikilip durdurabilmek demek, içine ışık verebilmek demek, içine ışık alabilmek demek, geceyarısı çalan kapıyı açıp uykudan vazgeçebilmek demek. Daha bir sürü şey demek dostluk, ben bir devden bir hayli öğrendim. Evet tabii ki herkes gibi kendi dostluk kavramlarım, tercihlerim, çabalarım ve inançlarım vardı, bir kısmı çok sağlamlaştı, bir kısmı önemini yitirdi, önceliği başkaları aldı, ama sonuçta azıcık iyi bir dost olabiliyorsam bazı insanlar için hayatta ve istisnai dostlarım varsa bunda Henk’in payı büyük, siz siz olun peynire allerjisi olan, beyaz tenli, kocaman kulaklı bir dev görürseniz “ben dostum” işareti yapın…

• İçinde “günışığı” geçen şarkılar: Bana hep günışığım der Henk. Bana! Bu kara gözlü, kara kaşlı, buğday tenli Anadolu kızına! Bazı sabahlar, kışın sıkı bastırdığı, hayatın bulutlarla birlikte insanın ensesine kadar bindiği gri sabahlar, bilgisayarımı açar açmaz minik bir msn penceresi yanıp söner, dokununca Henk bir gülücük eşliğinde sırıtan bir tiplemenin yanında “günaydın günışığım” demektedir. Eh o gün elbette daha parlak geçer. Efenim bu dünya şekeri, kanserle mücadelesinin bir zamanlarında evde yatıp yuvarlanıp sıkılmaktayken bendeniz kendisine bir güzellik yapayım ve içinde “günışığı” geçen şarkılar bulup bir CD hazırlayıp göndereyim dedim. “You are my sunshine” ile başladım işe, çocukluktan bildiğim ilk şarkılardan biri, annem söylerdi, bana da öğretmişti. Sonra arkası geldi, “Ain’t no sunshine”, “brighther than sunshine”, “let the sunshine in”, “sunshine of your love”, “feel the sunshine”, “eternal sunshine”, “good morning sunshine”, “raining sunshine”, “everybody loves sunshine”, “sunshine reggae”, “sunshine on my shoulder”, “the shadow proves the sunshine”… en güzellerini seçtim tek tek dinleyip, azaltabildiğim kadar azalttım sayılarını ama hala 27 taneler. Bakalım Henk en çok hangisini beğenecek…

• Günışığının ve yaşamın değeri: İlk tanıştığımızda bana kanserle nasıl savaşmakta olduğunu ve kanserin onu neden yenemeyeceğini anlattı Henk. Sonra ben uzun zaman, ama gerçekten çok uzun zaman onun anlattıklarını düşündüm. Kendi babamın yanıbaşımda gidişini, yaşarken hayata nasıl baktığını, benim onu nasıl algıladığımı, kendi hayatımı nasıl gördüğümü, yaşam denilen şeyin ne olduğunu da…
Bazen bir an geliyor ki inanılmaz yadırgıyorum yaşamı, etrafıma bakıyorum ama sanki bir film setindeymiş gibi hissediyorum, ya da bir film izler gibi. Ben ben değilim sanki, gerisi de tamamen kurgu. Hepimiz piksel piksel parçacıklarız. Evet hala bazen böyle anlar yaşıyorum. Ama başka bazı anlarda da tam da Henk’in gördüğü gibi vazgeçilmez bir cazibesi olduğunu görüyorum yaşamın. Bu evrenin her bir parçasını mucizevi hissediyorum. Güneş parıldamaya devam ettiği sürece yaşam burada olacak, belki başka yerlerinde de yaşam olacak evrenin. Belki evrenin bir yerlerinde bir gezegenin yaşamı sönecek, bir yıldızınki parlayacak. Yaşamak dediğimiz bu şey senden benden bizden onlardan öte bir şey, sen olmasan da ben olmasam da, hatta onlar olmasa da yaşam olacak. İşte ölümsüzlük dedikleri böyle bir şey olsa gerek, sen, ben, biz, siz ve onlar yaşamın yaşamı için birer küçük parçayız ama tümümüz biraraya geldiğimizde yaşamın ölümsüzlüğünü sağlıyoruz. Bu arada benim pencere önü güzeli pembe orkidem Şukufe, kat çıktığı tepeden yeni filizler vermeye başladı bile!

• Cesaretlendirmek: Hannover’dayız, yine bir acayip zorlu konferanstan ekip olarak alnımızın akıyla çıkıyoruz, tasarladığımız atölyeler keyifli geçmiş, yeni proje fikirleri havalarda uçuşuyor, katılımcıların hepsi halinden memnun, üstelik zorlu şartlarda hep birlikte uğraşıyoruz iyi olsun herşey diye, günde üç saat uyuyoruz, benim genelde duş yapıp Jan’ın yanına yetişmek için günde yedi dakikam oluyor, kıştan yeni çıkmışız benim saçlar hep ıslak. Ama keyfimize diyecek yok. Son akşam, kahraman adam Dieter şehirde bir lokanta ayarlamış, harika bir uzuuuun masa, ayrı bir bölmede, biz rahat edelim hep birlikte diye. Toplam 70 civarı adamız, yenildi, içildi derken bir köşeden her ülke bir şarkı söylesin, sırayla sapıtalım önerisi geldi, başladık sapıtmaya. Bendeniz hem çekingen hem mükemmelliyetçi (ne zaman böyle oldum bilmiyorum ama sanat hayatımı fena etkiliyo bu saçma hastalık) assolist bir türlü niyetlenemiyorum katılmaya Türk ekibe. Bizimkiler (anam da var ekipte bir de!) “Üsküdar’a gideriken…” diye girip “mendili elime…” diye çıkıyorlar olaydan, herkes en azından çakırkeyif, kimi fena güzel... Gülümseyerek videoya çekiyorum. Henk geldi yanıma “kameranın arkasında kötü görünüyorsun” dedi, ama aslında bana gülümseyip göz kırparak “sen söyle” demiş oldu. Onca adamın arasında nerden yakalarsın saklananı? Öğretmen işte! Hani sen sınıfta hoşlandığın oğlan diş tellerinle alay edecek diye yerin dibine saklanırsın da öğretmen inadına seni kaldırır ya tahtaya, o cinsten işte! Bunu hep yapıyor Henk, beni her cesaret edemediğim anda ayağa kaldırmayı başarıyor, arıza sevgilimi terk ederken, yeni bir projeye başlayıp yeni sorumluluklar alırken, şarkı söylerken… Adam kendi istediği için değil, etrafındaki her bir canlı ne hissedip istiyorsa onun için cesaretlendiriyor. Beyaz tenli iri bir dev “yapabilirsin” diye kükrediğinde torosların yerini alplerle değiştirmeniz bile olası, benden söylemesi!

• Kendine bakmak: Hep kendine iyi bakar Henk, cenazesinde bile nasıl görüneceğini, nasıl mis gibi kokacağını planladığına eminim. Hep tertemizdir, üstü başı kendi tarzında özenle seçilmiş, iyi bakılmıştır. Kendi bedenini dinler Henk, ihtiyacını sorar gerektiğinde kendine, dinlenmesi gerekiyorsa odasına çekilir, on dakika bile olsa kendi bedenine zaman tanır, başı ağrıyorsa nedenini düşünür hemen ilaç almadan. Yemesine içmesine, kilosuna birasına sınırlarını bilerek dikkat eder. Tattan keyiften vazgeçmez, böyle iyi bakınca vaz geçmeye gerek olmayacağını bilir. Çok da dinlemez kendisini, hastalık hastası olur insan fazla dinleyince. Kendi bedeniyle ilişkisinde de tavizleri, öncelikleri, tercihleri, sınırları ve olurları vardır insanın, Henk bunları kendi bedeninde ustaca kullanır. Ayrıca bana yedi dakikada duş alma konusunda da sağlam ipuçları vermiştir! Onun sağlık ve beden ile ilgili tiyoları hep işe yaramıştır. Asla aç dolaşmayacaksın kardeşim, yorgun bedeni zorlamayacaksın, kısa aralarla ve derin nefeslerle, bir de sağlam telkinle yola devam edeceksin. Ve tabii ki yaşama tatlı tarafından yanaşacaksın mümkün olduğunca, keyif ve huzur sağlığın en yakın koruyucuları çünkü…

• Başkalarına şans tanımak, alan bırakmak: Birlikte bir proje taslağı üzerinde çalışıyorduk, gerçekleştiremedik henüz. Adı “Showcase” olacak, farklı ülkeler ve okullardan öğrenciler bir araya gelerek ortak performanslar tasarlayıp ortaya koyacak ve bunları diğer ülkelerde başka okulları gezerek paylaşacaklar. Çok özetle anafikri bu projenin, fikir babası tabii ki Henk. Bizim “Lifestyles” projesi üç yılın sonunda tamamen öğrencilerin talep ve gidişatları doğrultusunda yaşambiçimlerini paylaşmaktan çıkıp bir yaşambiçimi haline gelince oluştu bu fikir Henk’in o güzel kafasında. Sanırım projenin ikinci yılının sonundaki gösterilerdeydik, çocukların hepsi, altı ülke, yedi farklı okuldan 45 liseli genç, birlikte oluşturdukları gösteriyi sunarken Henk bana dönüp hepsinin birer “showcase”inin olması gerektiğini, tüm bu çabaların o dosyalarda her bir öğrenci için birikmesi gerektiğini, bunun ileride onlar için portfolyolarında çok değerli bir bölüm olacağını söyledi. Sonra tekrar etti: “showcase… showcase… hmmm…. Showcase… Belki de yepyeni bir proje olmalı showcase…” Proje bitti, raporları yazıldı, AB Eğitim Komisyonundan “aferin” aldı, orada burada iyi örnek olarak gösterildi vesaire…. Altı ay sonra Henk yanında bir meslektaşı ile geldi bizim okulu ziyarete, üç döt okul daha katıldı işe ve showcase için bir dizi toplantı yaptık, yeni başvuru yapalım, nasıl yapalım da yapalım diye. Henk yanında getirdiği hiç uluslar arası proje tecrübesi olmayan, müzik veya sahne sanatları öğretmeni bile olmayan dünya tatlısı meslektaşına tüm fikirlerini verdi, koordinatör o olsun istedi ve “yapmadan öğrenilmez” dedi. O zaten biliyordu, ve zaten ne fikri ne projeyi ne de hayatta herhangi birşeyi ‘kendine’ saklamıştı; dolayısıyla kendi yarattığı güzelliğin yönetimine bir başkasını isteyerek yine özel bir şey yaptı. Hem fikri herkes için sahiplenilmesi gereken özel hale getirdi, hem bir başkasına şans yarattı (olanı vermek bile değil, bir şans yaratıp vermekten bahsediyorum) hem de hayatta birine yeni bir dünya için bir kapı açmış olmanın sürprizli hazzını yaşadı. Hiçkimse bu projeyi kendisi gibi oluşturup yürütemezdi aslında, herkesin kafasındakini en iyi kendisi gerçekleştirebilir elbette, akıl bize böyle der. Ancak Henk bunun tersine de inanır, senin başlattığın fikri bir başkası daha da güzelleştirebilir, bir diğeri gerçekleştirir, bir diğeri “yaşasın bana da bana da” der…

• Sabır: Onbeş yaşında bluğ çağında bir genç kızın, sınıfta hoşlandığı çocuk da varken kaldırılıp bir beceri göstermesini talep ettiğinde bir öğretmen için (şarkı söylemek, soru cevaplamak, problem çözmek…) sabır şarttır. Çocuklar okumayı öğrenirken öğrencinin okuyamadığı kelimeyi söylemeden onun başarmasını beklemek için de sabır şarttır. Feci bir pop şarkısının dört liseli genç tarafından güzel söylenebilir hale gelmesi için defalarca tekrar etmek için sabır şarttır. Her defasında bedeninin bir köşesinden fırlayan kanserli hücreyle hayatın üzerine pazarlık masasına oturup onu yenebilmek ve birkaç gün daha hayattan kazanmak için sabır şarttır. Hayatta kalmak, hayattan keyif almak, hayatta güzel birşeyler yapmak, evrene güzel bir sanat ürünü bırakmak, bir şey öğrenmek, bir şey öğrenilmesini sağlamak, lezzetli bir yemek yemek hep sabır işidir. Henk bunu bilir. Yaşamının son anlarında bedeninin içindeki yaraların acısı katlanılmaz olduğunda ihtiyacı olan şeyin sabır olduğunu bilir. Sabır çok önemlidir.

• Ciddi ciddi keyif almak: Bir şeyi ciddiye almak eğlenmemek anlamına gelmez aslında. Hani iş ciddi bişiydir, eğlenilmez anlayışımız vardır bizim. Gelmişsin koskoca uluslar arası konferansa pişmiş kelle gibi sırıtamazsın diye düşünürüz, toplum, ahlak, görgü, kural, anane, gelenek, inanç derken ciddi olmak denilen kavramın yerini biraz kaydırırız farkına varmadan. Oysa büyük ciddiyetlerin içinde büyük keyifler ve kocaman gülümsemeler saklıdır. İş başka eğlence başka değildir, iş hayatımızın en büyük kısmını yiyen, çoluk çocuğumuzdan, kendimizden, hayatımızın aşkından çok birlikte vakit geçirdiğimiz uğraşımızdır, eğlenmeden iş olmaz, olursa bu işi yapandan adam olmaz, işten de bi iş çıkmaz…

• Başbelası olmak: Bazı konularda tam bir başbelasıdır Henk, yalana asla gelemez, yalap şap iş yapılmasına asla göz yummaz, eğer birşeyler ters gidiyor ise, düşünce farklılıkları varsa, etik bir tedirginliği varsa asla susmaz. Bir seferinde yine bir proje toplantısında yoğun tartışmalar gidiyor, yılsonu seyahatinin tarihi, kimin ne zaman sınav zamanı, nerde kalınacak, nasıl olacak filan derken saatlerce altı ülke ve farklı eğitim sistemi içerisinde bambaşka öncelik ve zorunlulukları denkleştirip bir çözüm bulmaya çalışıyoruz. Öyle bir uzlaşıldı ki sonunda, ev sahibi ülke olacak biz ve olaydan sorumlu bendeniz bu zor çözüme sesimi çıkaramadım ama aslında okul olarak bizi bir hayli zorlayacak bir durum oluştu. Henk sanki aklımı okumuş gibi herkesi susturup bana baktı ve “sorun ne?” dedi. Yüzümden mi anladığını merak ettim, yoksa gerçekten aklımı mı okuyordu? Geriye kalan herkes öyle şaşkın bakakaldı ki aklımı okuduğunu anladım. O günü daha uzun ve yorucu biçimde geçirdik ama sonunda herkese uygun bir çözümle masadan kalkıp içmeye gidebildik. Henk yanıma yaklaşıp “gereken bazı durumlarda hemen başbelası olmak en doğrusudur” dedi, “böylece uzun vadede olabilecek bütün belaları başından salma ihtimallerini güçlendirirsin, salamazsan da en azından ben demiştim deme şansın olur. Bazen sen de başbelası olabilmelisin.”

Tüm bunları sadece Henk’ten öğrendiğimi söylemek başka çok değerli mentorlarıma, aileme ve can dostlarıma haksızlık olur, en başta da kendime. Ama Henk’i, onunla ilişkimi, iletişimimi ve hayatımda onun yerini varlığını düşündüğüm zaman içimden dökülenler bunlar. Demek ki bana çok değer katmış, ben ki böylesine uzak ve onun hayatından nisbeten oldukça bihaber bir dünyada, tabanı kıçına değerek koşan bir hızda yaşayan ben. Kimbilir en yakınlarındakilere neler katmıştır, nasıl zenginleştirmektedir hayatı.

Tuesday, August 10, 2010

Zor iş insanları bir araya getirip bir de mutlu etmek!


Nerden çıktı şimdi bu diyeceksiniz tabii ki...

Efenim geçen hafta, bilen vardır eminim, İstanbul çok eski ama bir o kadar yeni bir ekolün en değerli temsilcilerini ağırlayarak kendi sesleriyle birleştirdi. Hakkında pek çok şey yazıldı, konuşuldu, televizyonlarda da sanırım yer aldı biraz, gazetelerde de özellikle İstanbul'un seyyar sesleri ilgi gördü. Evet, İsmet Sıral Yaratıcı Müzik Stüdyosu ağustosun ilk haftası İstanbul'un çeşitli mekanlarında, dünyanın en değerli müzik ustaları ve hocalarıyla, İstanbul'un sesleriyle bütünleşti. Santral ve Bilgi Üniversitesi'nin çeşitli mekanları, Sirkeci yaya geçidinin üzeri, Sepetçiler Kasrı ISCMS gruplarının, öğrencilerinin ve İstanbul'un seyyar satıcılarının birlikte doğaçlamalarına vesile oldu. İlki 2006'da yapılan ISCMS'nin 11 günlük 2010 programında; 8 büyük tematik konser, 23 atölye ve seminer, sanatçılar eşliğinde 7 grup çalışması, 3 konferans ve çeşitli doğaçlamalara yer verileceği duyurulmuştu, gerçekleşmeyen kalmadı sanıyorum.

Katılan ustalar, konuşmacılar kimlerdi peki? Ne bu gürültü? Karl Berger (ABD), Oliver Lake (ABD), John Zorn (ABD), Trilok Gurtu (Hindistan), Marc Ribot (ABD), Adam Rudolph (ABD), Cyro Baptista (Brezilya), Ingrid Sertso (ABD), Kenny Wessel (ABD), Steve Gorn (ABD), John Lindberg (ABD), Tani Tabbal (ABD), Rahman Jamaal (ABD), Greg Cohen (ABD), Kenny Wollesen (ABD), Ahmet "Hacı" Tekbilek (İsveç), Oğuz Büyükberber (Türkiye), Ayşe Tütüncü (Türkiye), Tolga Tüzün (Türkiye), Ömer Faruk Tekbilek (ABD), Orhan Osman (Türkiye), Erdem Helvacıoğlu (Türkiye), Ahmet Özden (Türkiye), Volkan Çanakkaleli (Türkiye), İzzet Kızıl (Türkiye), Murat Verdi (Türkiye), Dost Kip (Türkiye), Francesco Martinelli (İtalya), Mukti Shri Mukku (Hindistan), Ravi Chary (Hindistan), Dawda Jobarteh (Gambia), Nana Osibio (Gana), Tobias Klein (Hollanda), Sven Hahne (Almanya), Matthias Müche (Almanya), Emre Karabulut (Türkiye), Timuçin Gürer (Türkiye), Mutlu Torun (Türkiye), Erkan Oğur (Türkiye), Ayşenur Kolivar (Türkiye), Alper Maral (Türkiye), Sumru Ağıryürüyen (Türkiye), Anıl Eraslan (Fransa), Onok Bozkurt (Türkiye), Giulia Frati (Kanada), Meriç Demirkol (Türkiye), Sıla Gerbağa (Türkiye).... şeklinde uzadıkça uzayan bir liste bu gürültünün birbirinden güzel nedenleri.

Atölyelerin bazılarının başlıklarını da vermeden geçemeyeceğim: "Evren sese asılıdır", "Müzik tektir", "Tarzlar arası işbirliğinin yaşamsal önemi", "Bir çalgının hafızası", "Gürültü olarak özgür doğaçlama", "Harmolodik yaklaşım", "Enstrüman yapımı", "Yaratıcı egzersizler yapmak", "Marc Ribot hakkında merak ettiğiniz ama sormaya cesaret edemediğiniz her şey", "Kültürlerarası doğaçlamalar".... Konserleri sayamayacağım, daha ayrıntılı bilgi peşinde olanları www.iscms.org adresine yönlendireceğim.

Bendenizin olayla ilişkisine gelince... Tuhaf ama hoş biçimde kuruldu. Bir şekilde tesadüfen orada bulunan bendeniz Trilok Gurtu ve ailesini otele bırakmayı teklif ettim ve sonraki üç dört gün onların mihmandarı, Trilok'un asistanı ve ortamın lazım durumda "koş"cusu oluverdim, hatta son konserde (John Zorn) sahne arkasını hayranlardan koruma görevim bile oldu ki bence en komiği ve eğlencelisiydi çünkü korunacak bir durum yoktu, tersine hayranlar öyle şeker bir kaç hatun oluverdiler ki bir ara, kızlardan birinin yanaklarını mıncırmak üzereyken yakalayıp tuttum kendimi... Ama dürüstçe itiraf etmeliyim ki minik tefek huysuzlukları da dahil olmak üzere aklı, yüreği, içi, elleri, sözleri, ses tonu, karısı, güzeller güzeli kızı, müzik arkadaşları ve aklınıza gelebilecek her şeyiyle Trilok'la birlikte İstanbul trafiğinde kalmak en keyifli anlarımdı. Müzik öğrendim, Trilok dinledim, adam resmen yanıbaşımda ve benimle ve bana ritim tutturarak ve benim arabama vura vura, günlerce her trafikte kaldığımızda müzik yaptı, müzik yaşattı, müzik öğretti. Sanırım pek çok insan benim yerimde olmak için yanıp tutuşuyordur. Haklılar, ben de kendimi onun cep telefonunu telefonuma kaydederken çok özel hissettim, Kapadokya'ya gideyim diye ısrar ettiğinde, ayrılırken gözlerimiz dolduğunda da özel hissettim, kızı bana sarılıp "Almanya'da seni izlemeye gelicem, çok istiyorum, çok özliycem" dediğinde de. Hala öyle hissediyorum, özellikle de önüne gelen herkese "eğer Ayşe organizasyondan sorumluysa, o varsa gelirim" dediğinden beri... Evet elbette şımardım, ama çok da çalıştım hak etmek için, öylece boşuna oldu sanmayın, oradaki herkes minicik bir tat, keyif ve şımarıklık için çok çok çalıştı, ortaya çıkıp Sepetçiler Kasrı'ndan boğaza dökülen notalar bunun en istisnai kanıtlarıydı.

Benim için olayın en başı ise şöyle oldu: Bir süredir heyecanla bu adı tadı birbirinden leziz atölyeleri bekliyordum ve Che'cigumun peşinden ayrılmıyordum, "ben de istiyorum", "çantana koy beni", "cebine sok", "naap yap et beni de al" diye tepişiyordum, malum bu parasızlıkta bunca borcun altına girmişken pek mümkün olamayacaktı hepsini takip etmem... neyse, gün geldi çattı, kalktık gittik Santral İstanbul'a, ilk Alper Maral'ın seminerine soktum burnumu. En keyifli kısmı dünyanın bambaşka köşelerinden bestecilerin doğaçlama notasyonlarına bakmak oldu. Hala aklımda; "Notations 21" kitabı için kendisine ulaşacağım. Bir de yıldız haritasını notasyon için kullananlar var ya, onlara bakacağım internetten bir ara...

Bu arada ben şehir sıkışmışı olarak hemen matımı aldım yanıma, kıçımın altına serip pembiş pantolonum yeşil olmadan yayılıp çimenlere ayak sürtmek maksatıyla. Her gören "aaa yoga mı yapıyorsun?" diye sormaz mı? ulen dedim içimden, ne zaman bu kadar "in" veya "gözde" bir şey oldu ki yoga? neyse, lafı dolandıralım ama çok diil; o gün Karl Berger ve Ingrid Sertso'nun birlikte yönettiği bir atölye çalışmasına da katıldık. Ingrid'in kendi yaratıcılığını paylaşması, sizin yaratıcılığınızı tetikleyişi, sesi, zerafeti, şıklığı, cesaretlendirmesi, hocalığındaki ağırbaşlılık istisnai biçimde içimi açmamı, deliler gibi öğrenmemi, ortamı sömürüp fazlasını da paylaşıvermemi sağladı. Esas mesele bunu herkesin aynı biçimde deneyimlediğine emin olmam. Aynı şekilde Karl Berber de elbette, özellikle enstrümanlarını kucağına alanlar için yüzündeki tatlı sert bakış ve "kenarından hafif yukarı kıvrılmış mı sanki acaba?" dedirten ama asla emin olamayacağınız, sizi hafif tetikte ve uyanık tutan dudaklar... Her ikisi de büyük nimettiler o gün orada olanlar için, olamayanlar için ise çok çok üzgünüm. İşte mesele de burada başlıyor zaten. Hani şu başlıkta yazan "zor iş" kısmı tam da buradan başlıyor...

Fikir herkeste bolca var ama zor iş "güzel" fikir sahibi olmak; bunu doğru insanlarla, doğru zaman ve yerde paylaşabilmek zor iş, paylaşılanların ortak hayale, hayallerin planlara, projelere dönüşmesi çok zor iş. Kimlerin bir araya geleceğine karar vermek, kimi istediğini bilmek, istediğin insanlara ulaşıp gel diyebilmek, gelmelerini sağlayabilmek gittikçe zorlaşan işler. Projenin onayını almak (ki hele İstanbul Capital 2010 felaketi sorumlularından onay almak aman ki aman!) zor iş. Onay alıp para bulmak, bütçelendirmek, kurgulamak zor iş. Sponsor peşinde koşmak, sonunda satış, reklam, para, girdi, pazar payı kaygı veya garantileri olmayan iyi, güzel, sanat dolu, öğrenme odaklı, 'sanat yapan insan'a yatırım yapan bir proje için sponsor peşinde koşmak çok zor iş.

Birlikte iş yapmak zor iş. Kafası çalışan, sevdiğiniz, kırmaktan ürkeceğiniz, değerli insanlarla iş yapmak zor iş. Kimsenin hayalini, fikrini, aklını veya yüreğini dışarıda bırakmadan, gerçekleştirilebilir ve başa çıkılabilir ama ses getirecek, etki bırakacak iş yapmak zor. Bu kadar çok kendi fikri ve kararı ve tercihi ve doğrusu ve niyeti ve sanatı ve yaratıcılığı olan insanı biraraya toplamak zor iş. Toplayıp güzel etki yaratmak daha da zor iş. Böyle bir fikre izleyici bulmak zor iş. Böyle bir maliyete katılımcı bulmak da zor iş. Sponsor bulmak daha zor iş, onay almak daha da zor.

Tüm bunları yaparken gönüllülerle, öğrencilerle, onlar da öğrensin, deneyim kazansın diye birlikte çalışmak zor iş. Bu kadar dev bir usta güruhunu bu sıcakta İstanbul'a uçurmak, hepsinin rahat edeceği bir yerde kalmalarını sağlamak, getirmek, götürmek, yedirmek, içirmek, karılarına kızlarına alınacak eşarbın, takının pazarlığını araştırmasını yapmak, müzik kitapları satan kitapçılara taşımak, kebapçıda vejeteryan menü ayarlamak, Topkapı sarayını, Harem'i anlatmak, bir yandan atölye katılımcılarının yaka kartlarını dağıtmak, gelmeyenleri aramak sormak, her bir atölyeyi kayıt altına almak, bir yandan katılımcı olmak, bir yandan atölye, seminer yapmak, hem sanatçı, hem organizatör, hem ses, hem sahne sorumlusu olmak, hem seyyar satıcılara gülümsemek, çiçekleri bayılmasın diye sulamak, mısırcının arabasını sahne merdivenlerinden iterken el vermek, kuliste rakı bulundurmak, rakının yavaş tüketildiğine emin olmak, konser mekanı sandalyelerinin numaralarına göre doğru dizildiğine emin olmak, yeterince sıcak yemek veya soğuk su bulamadığı için dudakları aşağı bükülesi gelmiş usta ve müzisyenleri gülümsetmek, çok sıcak oldu diye klimayı açmak, çok soğuk vuruyor diye klimayı kapatmak, bir açmak bir kapatmak, sahneye su yetiştirmek, havlu koymak, nemden ıslanmış müzik aletlerini eteklerinle, t-shirtlerinle silerek korumaya çalışmak, sahneden nem yüzünden ıslak zeminde kayan seyyar satıcıların eline doğru anda yetişip düşmemelerini sağlamak, aynı anda sorulan on soruya yanıt verebilmek, yemek fişi dağıtmak, sanat terapistinin sorularını yanıtlamak, televizyon ve gazetelere röportaj vermek, büyük ustaların da iki kelam etmesini sağlamak, onları hayranların arasından alıp kamera önüne, kamera önünden alıp sahne arkasına, sahneden alıp otele, otelden alıp Kapadokya'daki balona koymak, özetle şeytanların üç beşine aynı anda pabuçlarını ters giydirirken meleklerin varlığına inanıyor ve onları görüyor olmak zor iş... En önemlisi, bu büyük ustaların varlığından, gerçekten ihtiyacı olan gençlerin, sanatçıların hatta belki bazı küçüklerin faydalanmasını sağlamak çok çok zor iş. Bu tür değerli anları daha fazla yararlanıcının erişimine açabilmek, doğru öğrencilerin orada olmalarını sağlamak zor iş. Çok çok zor iş...

Dost, Sumru, Onok, Sıla, Talya, Miko, Gökçe, Emre, Tuba, Eren, Nadir, Ezgi ve bir kısmının adını hala bilemediğim bir sürü genç, güçlü, enerjik, dinamik, güzel, özel ve gülümser insan, ayakları tabanlarına değe değe, ordan oraya koşa koşa, günlerce, günü bilmem kaç saati, uykusuz, yorgun ama gülümsemelerinden bir gram ödün vermeden sıkı iş çıkardılar. Elbette sıkıntılar oldu, köprü üzerinde güneşten korunmaları amaçlı açılmış şık kokteyl şemsiyesi aniden çıkan rüzgarla uçtu, kimse yaralanmadı ama yürekler bir an hopladı, sonrasında şemsiye olmayınca sıcak herkesi iyi çarptı, (hatta ben de tam o anda soğuk su hizmeti vererek Sumru sayesinde "melek" sıfatı bile kazandım), birinin yemeği konser öncesinde yetişemedi, konser sırasında soğudu, bir başkası program dışı bir iki gezi isteyince taşıt arayıp ayarlamak zor oldu, davetli listesi rüzgarda uçtu yenisini yazmak on dakikamızı yedi, soundcheck'lerin son ikisine de toptan güneş geçti çünkü güneş tentesi sahne üzerinde duramadı rüzgardan uçuverdi, konser alanının hemen yanına kurulmuş başka bir İstanbul Capital 2010 etkinliği akşam saat ona kadar mehter takımı çıkarıp tam onda da havai fişek patlatınca bizim dokuz buçuk konserleri zorunlu olarak on sıfır beşte başladı filan.... Ama zor işti seyyar satıcılarla dünya müzisyenlerine aynı sahnede doğaçlama yaptırmak, zor işti hem Trilok Gurtu, hem Karl Berger, Adam Rudolph, hem Ömer Faruk ve Hacı Tekbilek, Ahmet Özden, hem Erkan Oğur, hem Oğuz Büyükberber, hem John Zorn, Cyro Baptista, Mark Ribbot, Nana Osibio, Kenny Wollesen, Greg Cohen, hem İzzet Kızıl'ı (atladığım varsa özür diliyorum) aynı sahnede, aynı anda, ses ve sahne düzeni değişmeden ve hatta enstrüman eklenerek bir araya getirmek. Zor işti atıyla kavun karpuz satan amcayı, poğaçacıyı, mısırcıyı, hüzünlü bozacıyı o seslerle birleştirmek...

Zaten zor iş bu memlekette karşıdan karşıya geçmek!

Tuesday, August 3, 2010

Sanatçının Yolu


"Hayatımda bir şekilde sanat olmazsa olmaz", veya "benden süper ressam olurdu ya ah işte hayat.." ya da "deli gibi heykel kolleksiyonu yapardım çok param olsaydı, her baktığım heykel beni öyle etkiliyor ki..." diyenlere şiddetle tavsiye edeceğim bir başka kitap ve deneyimden bahsedeceğim bugün.

Bendeniz bir kaç yıl kadar önce, her gün sözde sekiz beş gittiğim ama nedense gece yarılarına kadar çalışıp hayatımın tek merkezi haline getirdiğim işim ve bir yandan danışmanıma ve dünyaya rağmen yazmaya çalıştığım tezimle uğraşırken geceleri kabuslar görmeye ve genel bir baş ağrısı ile evli yaşamaya başlamıştım. O zamanlar bir kangren birlikteliği bitirmiş, huzura erdiğimi, yeni bir birliktelik kapıdayken mutlu olduğumu ve baş ağrılarımın geçeceğini zannediyordum. Ama ne baş ağrıları geçti ne de kabuslar. İşte yine böyle bir kabus gecesinde nefes nefese uyandım. Efenim ben kırmızı acayip zarif ve şık bir elbisenin içerisinde, loş ışıkların masaları hafif aydınlattığı eski Amerikan filmlerinde Jazz konserlerinin verildiği kulüplere benzer bir salonda, smokinli garsonlar kadife masalara içki servisi yaparken, sahnede kuyruklu piyano başında bir delikanlı tıngırdarken, kontrabasın sesi kulakların pasını atıp dinleyicileri benim parlak sesime hazırlarken, yani müzik olaya giriş yapmışken, ben de sahneye tam adım atıyorken sevgili genel müdürümün sesini duyuyorum: "Ayşe'cim şu yazıyı yetiştiriver de öyle çık sahneye"... Elbette yutkunup koşarak bilgisayar başına geçiyorum ve hızla bana verilen işi tamamlıyorum, üzerimde kırmızı seksi konser elbisem... Adama teslim edip hızla sahneye yöneliyorum, tam çıkıcam annemin sesi geliyor bu sefer "Ayşe'm proje taslağını bilmemkime yolladın di mi? Bak bu çok önemli bir proje hem sana da çok iyi tecrübe olacak, aman tarihlerini de netleştirmeyi unutma". Amanın! Koşarak yine bilgisayar başına, apar topar mail atmalar, taslak düzeltmeler. Tam bitti nihayet diyip koşarken yine bizim genel müdür "yahu ne oldu benim açılış sunumu? bana not sayfasını da bastın mı?" I ıh, bas demedi ki, neyse bi koşu gidip baskı makinasına yapışmalar, alet bozulur kağıt sıkışır bir türlü çıkmaz, bizim elemanlar gitar solo, kontrabas hamleleri, piyano tuşlarının tatlı sert tınıları filan derken misafirleri bir yere kadar oyalabilir tabii ki... İşte kabusum, ben bütün gece kıvranıp o sahnenin ikinci basamağından öteye gidemiyorum ve işin kötüsü bu kabus aylarca her gece aynı şekilde devam ediyor, hep aynı... ikinci basamak... o kadar... oysa mikrofon elimi uzatsam tutacağım mesafede... ikinci basamak... hepsi bu...

İşte bu kabusu görmeye başlayalı iki üç ay olmuştu ki, o zamanki yeni arkadaşa gecenin bir yarısı telefonda ağlarken kendisi bana bir kitap önerdi, benim derdimi bu kitabın çözebileceğini söyledi, "mutlaka bakmalısın hemen mail atıyorum" dedi ve ben gittim bilgisayar başına. İki hafta sonra tezi bıraktım çünkü hayatımı bu alanda kurmak istemediğimi itiraf edebildim kendime. Bir yıl içinde de işimi yarı zamanlı olarak azalttım ve müzik adına bulaşabileceğim hemen her yere bulaşmaya başladım. Bunların en değerlisi de KeKeÇa oldu elbette. Hayatımı tamamen değiştirdi ama şimdi buna girmeyeceğim, bu bambaşka bir bolg konusu ve umarım yakın zamanda çıkacak içimden sizlerle paylaşmak için.

Kitabın adı "the Artist's Way - A Spiritual Path to Higher Creativity" (Sanatçının Yolu, Daha ileri yaratıcılık için ruhsal bir patika), yazarı Julia Cameron. Kısaca ablanın bu noktaya gelişini anlatayım: Kendisi bir yazar, Amerika'da reklam metinleri, senaryolar, yayıncılarla anlaşmalar derken takır takır yaratıcılığını döktüren Julia bir dönem tıkanıveriyor. Hiçbir şey yazamıyor, işler sıkışıyor, stres artıyor ve Julia bu durumla bir türlü başa çıkıp kendini aşamıyor, içkiye vuruyor biraz, biraz dinleniyor ama nafile. Sonunda pılını pırtını toplayıp Meksika'da dağ manzaralı küçük bir eve kapanıyor. Niyeti kendini iyileştirmek ve tekrar yazabilmek. Gel zaman git zaman çeşitli deneme ve uğraşların sonunda on iki haftalık bir çeşit terapi buluyor. Kendisini iyleştirmekten öte dünya üzerinde pek çok benzer vaka için de harika bir çözümle ortaya çıkıyor. Hatta sadece sanat ile uğraşan yaratıcılıkla yaşayanlar dışında bir de "gölge sanatçı" diye adlandırdığı, aslında doğası itibariyle sanatçı olması gereken ancak bireysel, toplumsal, sosyal veya ekonomik nedenlerle sanatçı olamamış ve tabii ki hayatında bir türlü gerçekten mutlu ve tatmin de olamayan benim gibileri de iyileştiriyor bu on iki hafta ile. İşte Sanatçının Yolu kitabı bu on iki haftalık çalışmaları topladığı, hatta internetten de dağılsın, herkes faydalansın diye telif haklarını filan da pek iplemediği bir değerli eser. Ziyadesiyle takdir ediyoruz Julia'nın bu tavrını ve duruşunu.

Bu eserden benim çok işime yaramış olan - tabii benim gibi binlerce insanın işine yaramış olan demek lazım - bir iki önemli çalışmayı aktaracağım ama daha fazlası için lütfen kitaptan edinin, websitesini, forum ve bloglarını takip edin ve deneyin, çok şey kazanacaksınız diyerek size bırakacağım. Çünkü bir müsibet bin nasihatten iyidir derler.

Julia kitabın başında referanslarıyla birlikte bu alandaki önyargılar, sıkıntılar, tanımlar ile kendi fikirlerini destekleyerek paylaşıyor. Daha sonra iki tane çalışmayı düzenli ve ömür boyu yapmayı öneriyor. Ayrıca her hafta için de bir sorun, önyargı veya sıkıntıyı ele alıp onun üzerinde yoğunlaşan on tane etkinlik - ödev veriyor. Her hafta en az yedi tanesini tamamlamanızı istiyor. On iki haftanın sonunda kendinizi değişmiş ve daha mutlu, daha yaratıcı bulacağınıza eminim. Şimdiye kadar işe yaramadığı olmamış üstelik.

Efendim bu iki genel ve çok değerli çalışmanin ilki şöyle: Her gün sabah kalkar kalkmaz kahvaltı bile yapmadan tam 3 sayfa yazı yazmanız gerekiyor. Ne yazdığınız hiç önemli değil, önemli olan 3 normal sayfa (not defteri, minik günlük değil adam gibi üç sayfa) yazmak. İsterseniz sadece "ne yazacağımı bilmiyorum" cümlesini tekrarlayın fark etmez. Zaten en geç bir haftanın sonunda o üç sayfayı doldurmak zor gelmemeye başlıyor, bir ayın sonunda filan da artık deftere yazmadan güne başlayamıyor hale geliyorsunuz. Bana başlarda ilginç geliyordu şimdi ise çok akla yakın ve bilimsel olarak da gayet sağlıklı geliyor. Bildiğimiz kadarıyla beynimiz, gün boyu yaşadığımız, öğrendiğimiz şeyleri veya karşılaştığımız sıkıntıları özellikle hipokampüs kısmında kısa süreli belleğe alarak depolar. Bir nevi hızlı işlemci durumu, çünkü hayat devam etmektedir ve iş çoktur. Ancak tüm bu yığın biz uykuya daldığımızda beynimiz tarafından yeniden ele alınır, beynin çeşitli farklı bölgelerine yerleşir, sorunlar kurcalanır, çözümler aranır, öğrenilenler içselleştirilir vesaire... Yani özetle beynimiz bir uyurken yoğun biçimde günü toparlar, bizi ve hayatımızı yeniden gözden geçirir. Sabah kalktığımızda bazen bu süreç yoğun ve zorlu ise kendimizi yorgun hissederiz hatta. İşte sabah kalkar kalkmaz hiç bir deneyim yaşamadan ve güne başlamadan yazılan "rastgele" veya "kafasına buyruk" ya da "abuk sabuk" denilebilecek üç sayfa aslında beynimizde kalan ve yerleşip çözülememiş olanları, bizi rahatsız eden, kafamızı kurcalayan ama bizim fark bile etmediklerimizi deftere aktarmak anlamına geliyor. Aslında bilinçli biçimde sorsalar aklınıza gelmeyecek ama sizin kafaya fark ettirmeden takılmış irili ufaklı pek çok sıkıntıyı, arıza yaratmadan bünyenizden atmanızı sağlıyor özetle. Yazmaya başladıktan bir süre sonra artık kelime ve cümleleriniz belirgin biçimde hal değiştiriyor ve oldukça ciddi dertlerden söz eder hale gelebiliyorsunuz. Aynı zamanda saçma sapan küçük arızalarınızın da farkına varıyorsunuz. Bu çalışmanın olmazsa olmazları her gün sabahtan üç sayfayı doldurmak, bunları asla kimseyle paylaşmamak ve bir daha asla dönüp onları okumamak. Unutmayın bu bir edebi eser değil, günlük hiç değil bu nedenle kimsenin (siz dahil) bir daha okumayacağını bilmek çok çok önemli işe yaraması için. Burası sizin bir nevi zihin ve yürek çöplüğünüz haline gelebilir çünkü. Sağlıklı olan kısmı da bu. Bu yüzden en az bir yıl asla geri dönüp bakmıyorsunuz, hatta mümkünse hiç bakmıyorsunuz. Sadece bu çalışmanın bile insanı nasıl daha sağlıklı hale getirdiğini kelimelerle anlatamam, deneyin görün.

İkinci genel çalışma da haftada bir kendinizle "date" etmek. Evet evet, gerçekten kendiniz için özel birşeyler yapmak, kendi kendinize, kendinizi şımartmak için, kendinizle koklaşmak için. Akşam yemeğini evde tek başına yemekten bahsetmiyoruz, eğer mum ışığında, en sevdiğiniz yemek ve içkiyle ve en sevdiğiniz bir buket çiçek de yanında eşlikçi değilse tabii. Sinemaya gitmek veya boş zamanınızda kendinizi alışverişe çıkarmaktan da bahsetmiyoruz. Kendinizi özel hissetmenizi sağlayacak, normalde yapmayacağınız veya yapmadığınız birşeylerden bahsediyoruz. Mesela ben bir seferinde fotoğraf makinemi alıp düştüm sokaklara bir turist gibi. Bunu hep yurtdışından misafirlerim geldiğinde onları ağırlamak için yapıyordum, hep onların fotoğraflarını çekiyordum, onları gezdiriyordum filan. Fark ettim ki aslında ben bir turist gözüyle kendi şehrimde dolanmayı seviyorum ama bunu hep başkaları için yapıyorum. Kendim için böyle bir gün hazırlamaya karar verdim, rotamı çizdim, kitaplardan okudum sanki hiç bilmiyormuş gibi, sonra da döküldüm yollara elimde makinayla. Gezerken kendimi çekmek istediğim yerlerde ya zaman ayarı ve tripotla çektim veya mümkünse bir yabancıya verip kendimi çektirdim. Bunlardan biri facebook'ta en çok beğenilen fotoğrafım oldu sonradan, akan zamanın ve şehrin önünde gökyüzüne gülümseyen bir ben. Ne güzel bir flört halidir kendi kendimle yaşadığım.

Peki ne oluyo bunları yapınca? Valla başkalarına ne olur bilemem ama benim kendime güvenim, saygım ve sevgim tazelendi, hayata çok daha olumlu bakmaya başladım, yaptığım hatalar için kendime daha az yükleniyorum artık, mükemmelliyetçiliğim, yüksek beklentilerim yerine hayallerim ve bağışlayıcılığım geldi çoğaldı gibi hissediyorum. Yalnız olmak beni artık ürkütmüyor, ben benimle olduğum sürece hayata daha hazırım, hatta çok daha keyifli yalnız olabilmek. Daha güçlü değilim belki ama gücümün daha çok farkındayım. Kendime daha çok şaka yapabiliyorum, bazı şeyleri ciddiye alıp arızalanmıyorum, ya da daha az arızalanıyorum. İnsanların zayıflıklarına karşı daha anlayışlıyım sanki, günün getirdiklerini olduğu gibi kabul etmek için daha bilinçli bir çabam var, zorla oldurmaya çalışmıyorum hayatı. Daha da sayarım aslında ama okumaktan sıkılma ihtimalinizi azaltmayı deneyeceğim.

Bunlar dışında haftalık yapmanız gereken, genelde yazılı çalışmalara dayanan, ara sıra çizim ama bol bol da düşünme gerektiren onar tane etkinlik var her hafta için. Sanatçı olun olmayın, bu kitabı edinin, kendinizi on iki haftalık bir seyahate çıkarın bu çalışmalarla, hem de çok para bayılmadan, günlük yaşamınız devam ederken yapın bunu. Hatta çocuğunuza yaptırın olabilir gibi gelenleri. Başkalarıyla da paylaşın Julia'nın dediği gibi, herkes faydalansın. Tabii günlük defterlerinizi değil! :)

Eğer bir fark göremezseniz hayata bakışınızda, yaratıcılığınızda, kendinizle ilişkinizde ve elbette "öteki"lerle ilişkilerinizde o zaman bana da Julia'ya da bunu yazın çünkü henüz etkilenmeyen yok diye biliyoruz. Üstelik bu etki gerçekten çok işinize yarayabilir, hayatınızı güzelleştirebilir, sizin değerinizi hem siz hem de dünya için artırabilir. Denemeye değer di mi?

Kitabın adı: The Artist's Way. Yazarı: Julia Cameron
Websitesi: http://www.theartistsway.com/

Friday, July 30, 2010

TED diye bir şey var!


Evet efenim, bu zamanda ve bu düzlemde ne büyük bir şanstır ki www.TED.com diye bir kaynak var! TED (Technology, Entertainment, Design) bir kar amacı gütmeyen kuruluş, Amerika kökenli olmasına karşın bir hayli küreselleşmiş bir oluşum. Amaç "paylaşmaya değer fikirler"i yaymak. Her baharda Long Beach ve Palm Springs'de yapılan iki adet yıllık konferansın yanısıra İngiltere'de Küresel Konferans ve çeşitli ülkelerde de (Türkiye'de de yapılmış geçtiğimiz yıllarda, nasıl olduysa kaçırmışım) küçük "event"ler şeklinde düzenleniyor. Ayrıca websitesinden de tüm konuşmalar takip edilebiliyor, bloglar, web'de en çok izlenmesi gerekenler, yıllık TED Ödülü, Açık TV vb. ek kaynak ve uygulamaları da var. 1996'da Chris Anderson tarafından kurulmuş olan The Sapling Foundation tüm bu operasyonun sahibi.

Konuşmaların çok belirli bir formatı ve kalitesi olduğunu söylemek lazım. En uzun konuşma 20 dakika ile sınırlı, beni çok çok etkileyen konuşmalar arasında 6 dakika olanlar da var elbette. Söyleyecek önemli şeyleri olan çok değerli adam ve kadınları bulup paylaştırıyorlar. Beyin ve nörolojiden uzaya, eğitimden sanata ve tasarıma, mimarinin müziğe tarih boyunca etkilerinden, okyanusun altına döşenen kablo ve kamera sistemleriyle deniz canlılarını takip ve kayıt edebilme teknolojisine kadar aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek pek çok başlıkta istisnai tatlar alabilirsiniz. İşitme engelli perküsyoncu Evelyn Glennie sizinle müziğin nasıl dinlenmesi gerektiğini öyle etkileyici bir biçimde paylaşabilir ki hayatınızdaki sesler bir farklı duyulmaya başlayabilir. Ya da Michael Moschen jonglörlük becerilerini nasıl geliştirdiğini ve nasıl bir tasarımcı olduğunu paylaşırken 18 dakikanın nasıl geçtiğini fark bile edemeyebilirsiniz. Al Gore iklim değişikliklerini, Laurie Santos ile maymunların ne zaman rasyonellikten uzaklaştığını, Kevin Stone ile eklem yenilemede son gelişmeleri izleyebilirsiniz.

Gönüllü çevirmenler pek çok dilde altyazı çevirileri yapıyorlar ve oldukça başarılı altyazılarla takip etmek de mümkün. Henüz sitedeki tüm konuşmaların Türkçe altyazısı yok elbette ama belli ki sıkı çalışan bir gönüllü ordusu var. Siz de meraklıysanız ve yapabileceğinize inanıyorsanız katkıda bulunma isteğiniz de varsa çevirmen olarak başvurabiliyorsunuz. Ayrıca TED formatında yerel mini konferanslar da düzenleyebiliyorsunuz, tabii onların onayı ve desteğiyle.

Etrafımdaki herkese hızla ve şiddetle bulaştırıyorum TED'i, henüz teşekkür etmeyen olmadı. Herkesin ilgisini çekebilecek ve işine yarayabilecek bir konuşma elbet vardır orada bir yerlerde...Hatta birden çok daha fazlası vardır.

Daha fazla beni okuyarak vakit kaybetmeyin, merakınıza yenilin ve siteyi iyice bir dolanın, bol keyifler!

Wednesday, July 28, 2010

Akıl akıl gel bana takıl...



Efenim bu aralar, hatta bir hayli zamandır yavaş yavaş sindire sindire okumakta olduğum bir kitap var: Karısını Şapka Sanan Adam (Oliver Sacks). Bu değerli kitap Sayın Sacks'ın iyileştirdiği, iyileştirmeyi denediği, şahit olduğu veya araştırdığı hastaların hikayeleri ve deneyimleri üzerinden insan denilen yaratığın aklını, beynini bilebildiğimiz kadarıyla paylaşması üzerine yazılmış bir kitap. Elbette yaklaşık bir yıldır okuyup duruyorum, yanlış anlaşılmasın kitap sadece 250 sayfa ama her bir sayfayı ve hikayeyi sindirmek bana kalırsa en az iki üç hafta...

Oradan bir kaç alıntı yapmazsam orta yerimden çatlayabilirim diye hissederek bugün yazıyorum, bir yandan dışarıda bardaktan değil açık kalmış musluktan, hatta vanası patlamış borudan taşan su misali yağmur var, işyerimde odam boyanıyor ve ben aslında şu an burada değilim...

"Burada, tüm alıştığımız düşüncelerin tersine çevrilebileceği - hastalığın iyileşme, normalliğin hastalık olabildiği, uyarılmanın ya kölelik ya özgürlük olduğu, gerçekliğin, makul düşünce ve davranışlarda değil taşkınlıkta yattığı garip sularda seyrediyoruz." Evet, yaptığı işten bahsederken böyle diyor sayın nörolog doktorumuz. Gerçekten de bahsettiği bazı vakalarda, özellikle de beyindeki bazı fonksiyonların az işlediği veya işlevini hiç gerçekleştiremediği değil de fazlasıyla gerçekleştirdiği aşırılık durumlarında görünen o ki bazı hastaların (ve tabii onların doktorlarının da) tutunabilecekleri bir gerçeklik, bir referans noktası kalmayabiliyor.

Hiç trambolinde zıpladınız mı? Veya uçaktan paraşütle atladınız mı? Ya da uçurumdan atıverdiniz mi kendinizi şu meşhur havalı iplere bağlayıp? Ben geçen haftasonu trambolinde zıpladım, aralarında en masum ve hafif olanı o bence, çok da keyifliydi ancak bir süre sonra yerçekimine kıyasla hafifleşmiş hisseden bedenim (zıplamak kolaylaşıyor ya ondan, bacaklar çok daha yukarı atabiliyor bedeni) zıp zıp zıplarken ve ben keyif çığlıkları atarken, bir süre gerçeklikle ve yerçekiminin acımasızlığıyla bağım koptu, yere indiğimde bir hayli başım döndü, adım atamadım, sonrasında yerde zıpladığımda yerin dibine girmiş gibi hissettim, gıcık oldum. Şimdi o duygumu düşündüğümde ve bu vakaları okuduğumda gerçeklikle bağın tamamen kopmasının nasıl bir zorluk olduğunu canlandırmaya çalışıyorum kafamda ama pek yapabildiğimi sanmıyorum. Olması gerekenden fazla çalışan sinaptik bağlantılar veya çok gelen elektrik akımı, beynimizin fonksiyonlarını elbette olumsuz etkiliyor, bazen öyle olumsuz etkiliyor ki hasta (bazı epileptik durumlarda olduğu gibi) deneyimlediği şeyin veya aldığı uyarıcının hangisinin gerçek hangisinin kendi zihninin boşluk doldurması olduğunu artık bilemiyor. Sanki bir bilgisayar oyunu gibi, yerde kocaman gayzer delikleri var ve her an birinden gaz çıkıp herşeyi yok edebilir ve siz bu deliklerin üzerlerinden köprüler kurarak hayatta kalmak zorundasınız.

Bir uyarana bedenimizin, aklımızın, beynimizin verdiği tepki ne az olmalı ne fazla, başkalarına uyaran olduğumuzda da ne az kalmalıyız ne fazla. Denge ve ince ayar pek bir mübarek kavramlar gibi görünüyor bu durumda. Vakaların bazılarında hasta etrafında birilerini gördükçe konuşma, anlamlandırma ve hikayeler yazma derdine düşüyor, sürekli konuşuyor, karşısındakini dinlemiyor, zihni karşılaştığı bulmaca durumuna (bu adam kim ve neden streteskopu var? gibi) sürekli hikayeler yazarak bir çözüm bulmaya çalışıyor. Gerçeklik ortadan kalkıyor, her şey karışıyor. Bu tür vakalarda yapılabilecek tek şey onları olabildiğince az sosyal etkileşimli ortamlarda, mümkünse doğayla olabildiğince başbaşa bırakmak ve sanatla terapi. Oysa bir başkasında bu aşırılık, tikler, hızlı ve/veya fazla reaksiyonlar harika istisnai bir davulcu, ressam vb. sanatçı olmasını sağlıyor ancak sinirli, zor ve birlikte çalışılmaz ya da eşi ve çocukları için birlikte yaşanamaz yapıyor. Hangisinden nasıl vazgeçersiniz ki? İlaç tedavisi bütün aşırılıkları ortadan kaldırabiliyor, ancak o zaman size özgü olan eşsiz özellikleriniz de yok oluyor. Artık o kendine özgü sanatçı olamıyorsunuz, sıradan ve tekdüze bir icraatçıdan öteye gidemiyor çabalarınız. İki ucu boklu değnek derler ya, işte ondan...

Elbette bu örnekler çok uç gibi tınlıyor, ancak sayıları pek de az değil. Hatta kitabı okursanız bazı durumların etrafınızda tanısı konmamış, uç noktaya ulaşmamış, belki fark edilmemiş örneklerini görebilirsiniz. Tüm bunlar size ne sağlar? Kendinizi, sevdiklerinizi, birlikte çalıştığınız veya yaşadığınız insanları, toplumunuzu, kültürünüzü ve sağlığınızı korumayı daha iyi anlayabilirsiniz belki. Belki çocuğunuz için daha da iyisini yaparsınız. İnsan akıl denilen güçler dengesini biraz olsun bilmeli, öğrenmeyi denemeli diye düşünüyorum. Belki bir gün bildikleriniz sizin veya birilerinin gerçeklikten kopup gitmesinde hayata bağlı bir ince ip olabilir. Hiç olmazsa da akıl sağlığınızın tadını çıkarırsınız bir güzel...

Tavsiye edilir: Karısını Şapka Sanan Adam, Oliver Sacks, Yapı Kredi Yayınları, (Özgün adı: The Man Who Mistook His Wife for a Hat), çeviren: Çiğdem Çalkılıç.

Tuesday, July 20, 2010

Anlamlı Öğrenme ve Motivasyon



2004 yılında yazdığım bir makale, nedense bana yine dün gibi geliyor, üstelik hala da çok anlamlı geliyor, paylaşayım dedim... Buyrun afiyer bal şeker olsun, nöronlarınızda yeni bağlantıcıklar olsun...

“Bir atı suya götürebilirsiniz ama ona zorla su içiremezsiniz” -Fransız Atasözü-

GİRİŞ
Neden bazı öğrenciler, kendilerini zorlayan durumlarla karşılaştıklarında daha çok çalışır ve durumun gerektirdiği herşeyi gerçekleştirirken diğer bazıları hemen hemen hiç çaba harcamadan vazgeçerler? Neden bazı öğrenciler devam ederler? Onları öğrenme isteklerinde harekete geçiren nedir? Neden ben her öğrenmede, sancılı bile olsa galibiyetle çıkacağıma inanıyorum? Neden “öğrenci” olmaktan bu kadar haz duyuyorum? Neden “öğrencilik” diye bir meslek ve uzmanlık alanı yok da ben dünyanın en zenginleri arasına giremiyorum?

Bu soruların bir kısmının yanıtları için düzinelerce bilim insanı yıllarca çaba harcamışlar ve harcamaya da devam ediyorlar. Kendimle ilgili sorular hakkında da ben uzun süredir çaba harcıyorum ve son zamanlarda biraz ilerleme kaydettim gibi görünüyor. Tabii son soru hariç…

İyi, nitelikli, etkili gibi sıfatlarla anılan bir öğretmen ya da eğitimci olmak için önce çok çok iyi bir öğrenci olmak ve hep öğrenci kalabilmek gerektiğine inanıyorum. Çocukluğumu hatırlıyorum. O.D.T.Ü.’de öğretim üyesi bir anne ve serbest çalışan mimar bir babanın küçük kara kızıydım, kardeşim yoktu ve annemle babam sürekli benimle olabilecek kadar vakit bulamıyorlardı. Çocuk gelişimi ve öğrenme konularına yabancı olmayan annem bu ciddi soruna elinden geldiğince çözüm buluyordu. Yuvadan eve geldiğimizde (soranlara O.D.T.Ü.’de öğrenci olduğumu söylüyormuşum), annem yemek hazırlamaya koyulurken ben de minyatür mutfak setimle kendi yemeğimi hazırlardım, sofrayı da, hatta salatayı da. Bir yandan hangi malzemelerin karışamayacağını acı tecrübelerle öğrenirken, kaynayan suyun taşabileceğini de fark ederdim. Aynı dönemlerde farkettim sandalyenin arkalığında tek ayak üzerinde dengede duramayacağımı!

Okula başlayınca işler biraz karmaşıklaştı. Sabah tek başıma vaktinde uyanıp okula yetişmek, tek başıma dönüp boynumdaki anahtarla kapıyı açmak, annem gelene kadar ödevlerimi bitirmek gibi daha heyecan verici uğraşlarım vardı artık. Tabii annem yemeğe koyulurken ben de gazeteyi anneme okumak, O’nun öğrencilerinin sınav kağıtlarını alıp notlarını toplamak gibi görevlere terfi ettiğimi söylemeliyim. Öğrendiğimin farkında değildim, hayatın ve oyunun içine öyle karışmıştı ki…
Yıllar sonra üniversitedeyken arkadaşlarımdan biri bana “Bu kadar okulu sevdiğin için senden rahatsız oluyorum” demişti. Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım, oysa şimdi bir yanıtım var: “Ben okulu sevmiyorum, hayatı seviyorum, okulu hayattan ayırmıyorum çünkü aslında herkes gibi yaşarken sürekli öğreniyorum, tek farkım bu durumdan fazla haz duymam o kadar!”

Özellikle bu vize ödevi konusunun bende yarattığı dengesizlik ve karışıklık nedeniyle araştırma yapmaya karar verdim. Etkili bir öğretmen olacağıma inanıyorum, peki iyi de neden inandığımı açıklamaya çalışırken bir ortaokul öğrencisinin kompozisyonundan ileriye gidemiyorum, nasıl olacak bu yüksek lisans?
Bir ipucu bulduğuma inanıyorum: Anlamlı Öğrenme ve Motivasyon! Evet, sanırım küçüklüğümden beri farkına varmadan içime sızan iki sevimli canavar bunlar!

Anlamlı Öğrenme Nedir?

Anlamlı öğrenme, öğrencinin aktif bir biçimde edindiği deneyimleri bilişsel operasyonlarla kullanabilmesi ve anlamlı hale getirebilmesi olarak tanımlanmaktadır. Anlamlı öğrenmede öğretmenin rolü anlatıcı ya da iletici olmaktan çıkar ve rehber ya da yol göstericiye dönüşür. Jonassen (1999)’a göre anlamlı öğrenme, bilginin öğretmenden öğrenciye aktarılması ile değil, öğrenci tarafından yönlendirilip oluşturulması ile gerçekleşebilir.

Yine Jonassen (1999)’a göre anlamlı öğrenme, aktif ve etkileme odaklı, yapıcı ve yansıtıcı, kasıtlı, karmaşık ve içeriği yoğun, işbirlikçi ve paylaşıma açık, etkileşime dayalı bir işlem sürecidir. Anlamlı öğrenme için öğrencilerin bilgiye ulaşmaları ya da edinmeleri yeterli değildir, bu bilgiyi nasıl kullanacaklarını, sınayacaklarını ve anlamlandırıp uygulamaları gerektikçe kullanacaklarını da kavramaları gerekmektedir.

Öğrenmenin iki yönü vardır; öncelikle bilgi, tavır ve yeteneklerin edinilmesi ve sonra bunları gelecekteki öğrenmeler, problem çözme ve ürün yaratma için kullanabilir, anlamlandırılabilir hale getirmek. İkinci özellik anlamlı öğrenme için kaçınılmaz bir şarttır ve anlamayı derinleştirir, güçlendirir. Unutmamak gerekir ki, öğretmenlerin de öncelikli amacı öğrencilerin sadece bilgiyi edinmesi değil, bunu anlamlı bir biçimde kullanabilmesidir. Bu beceri, bireyin öğrenme deneyiminden bir anlam çıkarmasıyla doğal olarak oluşur. Elbette sadece bu bağlantıyı yaratmak ya da anlam bulmak yeterli değildir, tıpkı kasların harekete ve alıştırmaya ihtiyacı olduğu gibi hafıza da bu bağlantılar güçlendirilip kullanıldıkça gelişir. Bu nedenle öğrencinin gelecekteki deneyimlerinde anlamlandırdığı bilgiyi tekrar tekrar kullanma fırsatı bulması çok önemlidir. Bu olanak verilmediği sürece edinilmiş anlam yok olmaya ve unutulmaya mahkumdur.

Öğrenme nasıl işler?

Özel rahatsızlıkları ya da beyin hasarları olan bireyler dışında, herkes öğrenebilir ve doğumdan ölüme kadar da öğrenmeye devam eder. Insan vücudunun fonksiyonlarının uygulanması ve ihtiyaçlarının giderilmesinin hemen ötesinde öğrenme beynin en temel fonksiyonudur. Beynin rolü, etrafımızdaki karmaşık ve zorlayıcı hayatı, kalıplar ve şablonlar ile anlamlandırabilmektir. Frank Smith (1986)’e göre eğer öğrenme gerçekleştiremezsek huzursuzluk ve hayal kırıklığı içerisinde kalırız. Farkında olmasak bile her zaman öngörülemeyen ve yoğun öğrenme işlemlerinde çok çaba gerektirmeksizin öğrenmeye hazırızdır.

Öğrenmeyi Destekleyen Durumlar

Öğrenme yöntemleri ve çevresel faktörler dışında, hangi faktörler öğrenmeyi etkiler? Öğrenme tarzları insan sayısı kadar çeşitlilik gösterir. Her bireyin öğrenme tarzı ve ortam tercihleri farklıdır. Ancak çevre, bireyin öğrenme becerisini yakından etkiler. Örneğin, soğuk hava, sert oturma üniteleri ya da çok seyrek verilen dinlenme aralıkları bireyin öğrenmesini doğrudan etkilemektedir. Bunun dışında, bireyin öğrenme sırasındaki çevresel tercihleri de önemlidir, örneğin sessizlik ya da hafif bir fon müziği, parlak ya da hafif ışık tercih etmesi gibi.

Richard Strong (1995) yaptığı araştırmada öğretmen ve öğrencilerin en çekici bulduğu durumların, meraklarını cezbeden, yaratıcılıklarını açığa vurmalarını sağlayan, diğer bireylerle olumlu etkileşim içerisine girebilecekleri ve genellikle başarılı oldukları ortamlar olduğunu saptamıştır. (Strong, Silver, & Robinson 1995) Bu araştırmaya göre etkili öğrenme deneyimlerinin genel ortak özellikleri saygı, öğrenciler arası olumlu etkileşim ve ortak istek, yardımcı olmaya istekli ve konudan keyif alan öğretmen, iyi organize edilmiş aktivite ve ön hazırlık, net ve açık talimatlar, tüm öğrencilerin katılımı, bağımsız bireysel öğrenme, sınıfın dışında ortam, bireysel yardım alabilme olanağı, öğrencinin odak noktasına dikkat edebilme, anında gerçek dünya ile bağlantılı uygulama yapabilme, herkesin yarar sağlaması, düşünmeyi teşvik edebilme, farklı öğretim yöntemleri içerme, huzurlu ve rahat bir ortam ile oluşur.

Etkin Öğrenme Deneyiminin Özellikleri

Muir (2002)’e göre Strong, Silver ve Robinson (1995)’un yaptıkları araştırmaların sonuçları itibariyle etkin öğrenme deneyiminin ortak bazı özellikleri vardır. Öncelikle konu diğer konulara ve gerçek yaşama bağlıdır ve bu bağ gerçekçi ve anlaşılır düzeydedir. Öğrenme deneyiminin içeriği, bireylere uygun, ilgi çekici, kullanışlı ve öğrenen için anlamlıdır. Öğrenme bireyselleştirilmiştir ve ortak kurallar içermektedir, bireyler tarafından ihtiyaç karşılanabilmiştir. Böylece öğrenen bireyin seçim yapma şansı, paylaşılan bir otorite, kontrol ve kendi sorumluluğu vardır. Öğrenme deneylerle ve uygulamalarla desteklenmiştir. Öğrenci öğrenme işlemini gerçekleştirmiş ve başkalarına öğretebilir hale gelmiştir. Öğrenci, sabırlı, destekleyici bir mentor ile etkileşim halindedir. Deneyim olumlu estetik özellik içermektedir, yani eğlenceli olmasının yanı sıra öğrencinin iyi hissetmesini ve kendisini daha iyi anlamasını sağlar. Öğrenci bu zorlu görevin üstesinden gelmiş ve başarıya ulaşmıştır.

Motivasyon Nedir?

Öncelikle motivasyon kelimesinin sözlük anlamına ve kökenine bir göz atalım. Motivasyon, Latince “motivus” kelimesinden türemiştir ve motivus; neden olma, harekete geçirme anlamında kullanılırken, “Motive” kelimesi de hareket etmek, ettirmek anlamına gelmektedir. Bir iç güdü, kasıt, niyet, kişiyi harekete geçirmeye iten nedenler ve hedefler, amaç odaklı davranış oluşturan iç ruh hali olarak da tanımlanmaktadır.

Motivasyon, genel özellikleri itibariyle bireyseldir, yönlendirilmiş ve hedef-odaklıdır, harekete geçirir, teşvik eder, canlandırıcı ve enerji vericidir, yoğun, güçlü ve tutarlıdır.

Motivasyonun temeli kişinin ilgisine, kendisi ile ilgili öz-yeterlilik algısına ve nitelik yükleme algısına dayanır. Öğrencinin güdülenme davranışı (motivasyonu) öğrencinin durumları ve olayları algıladığı, nasıl yorumladığıyla bağlantılıdır. Diğer bir deyişle, öğrenci öğrendiklerine değer veriyorsa ve önemli olduğuna inanıyorsa daha çok çaba harcayacaktır. Eğer kendisinin öğrenmede başarılı olacağına, kabiliyeti olduğuna ve yeterli olduğuna inanıyorsa aynı şekilde harcadığı çaba artacaktır. Öğrenci öğrenme sırasında yorumlama yaparken kendisini de katıyorsa (örneğin “sınıfta kaldım çünkü yeterince çalışmamıştım”) bu içsel (bireysel) yüklemedir, kendi dışındaki nedenler etkinse (örneğin “konu benim için çok zordu” ya da “sınavda önümde oturan çocuk çok gürültü yaptı” gibi) bu dışsal (çevresel) yüklemedir.

Motivasyon üzerine araştırmalar geçmiş 50-60 seneye dayanmaktadır. Bu araştırmalar kuramcıların, motivasyonun altında yatan psikolojik durum ve nedenlere bakış açısında değişikliklere neden olmuştur (Weiner, 1990). Elli yıl kadar önce güdü kuramları tarafından yönlendirilen motivasyonun, bireyin biyolojik bir ihtiyacının giderilmesinden kaynaklandığı düşünülüyordu. Bu kurama göre (Hull, 1943), motivasyon, içinde bulunulan durum ile talep edilen durum arasındaki zıtlık nedeniyle oluşan bir hareket, davranış olarak tanımlanabilir. Yeni davranışlar bazı ihtiyaçlara bağlı olarak ortaya çıkar ve bu ihtiyaçlara güdü denir. Güdü organizmanın hareketini başlatan, yönlendiren ve sürdüren güç ya da durumdur. Güdüler bir kez ortaya çıkıp doyuruldukları zaman tamamen ortadan kalkmazlar, bir süre sonra yeniden ortaya çıkarlar. Buna güdülerin döngüsel olma özellikleri denir. Güdü döngüsüne göre önce ihtiyaç hissedilir, sonra ihtiyacı gidermeye yönelik davranış oluşur ve bunun sonucunda ihtiyaç giderilir.

Güdüler kalıtımla aktarıldıkları gibi doğuştan sonra da edinilebilir. Güdüleri açıklayan bir çok görüş vardır, bunların en önemlisi olan A.Maslov’a göre insanı davranışa iten nedenler onun “ihtiyaçları”dır. Ancak bu ihtiyaçlar hiyerarşi içerisinde ve kümülatiftir. O’na göre yedi temel ihtiyaç vardır (Fizyolojik, güvenlik, yakınlık ve sevgi, saygınlık, estetik, kendini gerçekleştirme) ve bu ihtiyaçların ilki karşılanmadan bir diğerine geçilemez.

Ancak tüm bu kuramlar, ağırlıklı olarak laboratuvar ortamında hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalara dayandığından sınıf ortamında öğrenci motivasyonunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu durumun aksine, öğrenci motivasyonları üzerine yoğunlaşan bilişsel kuramlar, yapay ortam yerine gerçek sınıf ortamlarında araştırmalar yapmaktadır. Bu kuramların öncülerinden olan Atkinson (1964)’ın başarı motivasyonu olarak da nitelendirilen kuramına göre her öğrenci başarısızlıktan sakınmak ve başarıyı elde etmek eğilimindedir. Başka bir deyişle başarısızlığın utancından kaçar ve başarının gururunu tatmak ister ve bu nedenle motivasyon, öğrencinin başarılı olma umuduyla doğru orantılıdır.

Bilişsel kuramlar arasında motivasyona bakış açısında üç temel vardır; ilgi, öz-yeterlilik ve nitelik yükleme.

İlgi Temelli Motivasyon

Dewey (1913)’e göre temelinde ilgi olan öğrenmeler, zorunlu çaba gerektiren öğrenmelere kıyasla daha etkin ve kalıcıdır. Olabilecek en büyük yanılgı, belirli harici aktivitelerle (yüzeysel öğrenme), beynin alıştırma yapmasını (anlamlı öğrenme) aynı kefeye koymaktır. Bu nedenle ilgisi dışında olan bir konuyu öğrenmek için ne kadar çaba harcarsa harcasın, öğrenci uzun vadede kalıcı bir öğrenme gerçekleştiremez. Buna ek olarak öğrenci için her konuyu çekici kılmak mümkün olamayacağı gibi, her zaman doğru da değildir. Çünkü hayatta karşılaştığımız bazı durumlar ilgimiz ya da isteğimiz dışıdır ve çocukların da gerektiğinde sıkıldıkları konularda da çaba harcamayı öğrenmeleri ve kendilerini kontrol edebilmeleri gerekir. Ancak Dewey’e göre öğrenmede gönüllü ilgi ve merak, zorlayıcı çabadan çok daha önemli bir etkendir. Zorlayıcı çaba mekanik ve sıradandır, merak unsuru içermemektedir, sıkıcıdır. Oysa ilgi temelli motivasyon, öğrenme sırasında öğrenenin sadece fiziksel değil, bilişsel açıdan da aktif katılımcı olmasını sağlar.

Dewey’nin kuramına göre ilginin iki türü vardır; bireysel (içsel) ilgi ve çevresel (dışsal) ilgi. Her iki durumda da ilgi, kişi ile durum arasındaki etkileşimden ortaya çıkar. Bireysel ilgi, kişinin kendi karakterinin bir özelliğidir ve tercih ettiği faaliyetler ile yaratılışına bağlıdır. Çevresel ilgi ise öğrenme işlemi sırasında hazır bulunan çevresel faktörlerin bir sonucudur. Ancak bu, birey tarafından sıkıcı ya da gereksiz bulunan her öğrenmeyi ilgi çekici ya da yararlı hale getirmemizi sağlayacak büyülü bir değnek değildir. Hatta Mayer, Hieser ve Lonn (2001)’un yaptıkları araştırmanın sonucunda da görülebileceği gibi, animasyonlar, video görüntüleri ve benzeri yöntemlerle çok ilgi çekici hale getirilen bir konunun derinlemesine öğrenilmesi sonucunda başarıda %15-30 arası düşüş olabilmektedir.

Schiefele, Krapp ve Winteler (1992), ilgi ve başarı ilişkisini ele aldıkları, 25 yıl süren, 18 ülke ve 121 çalışmayı içeren kapsamlı araştırmalarının sonucunda; öğrencilerin ilgileri ile başarılarının belirli bir ölçüde bağlantılı olduğunu ortaya koydular. Bir başka deyişle, öğrenci konuya karşı ne kadar ilgi duyarsa bu konuda başarısının o kadar arttığını saptadılar. Ancak unutmamak gerekir ki ilginin varlığı başarı için tek başına yeterli değildir.

Peki eğer göz alıcı ve ilgi çekici ayrıntılarla bezenmiş materyaller de motivasyon için yeterli olamıyorsa, eğitimciler materyalin ilgi çekiciliğini nasıl sağlayabilirler?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için Mayer (1999)’e göre, öncelikle duygusal ilgi ve bilişsel ilgiyi birbirinden ayırmak gerekir. Duygusal ilgi, öğrenme ile gelen heyecan, sevinç gibi etkileri ifade ederken, bilişsel ilgi öğrenme materyallerinden bir anlam çıkartabilme, bilgiyi işleyebilmeyi ifade etmektedir. Wade (1992)’e göre, bilişsel ilginin arttırılması için öğrencilerin kolayca anlayabileceği, kendi düzeylerine uygun materyalerin hazırlanması gerekir. Öğrenme için gerekli materyalleri kavrayan ve anlamlandırabilen birey öğrenmekten de sevinç ve heyecan duyacaktır.

Öz-Yeterlilik Temelli Motivasyon

Öz-yeterlilik algısı, bir anlamda bireyin kendisinden beklentileri ya da bir işi başarmadaki kapasitesinin kişisel yargısıdır. Karşılaşılan bir durum, verilen bir görev ya da bir öğrenme işlemi sırasında birey, bu konunun üstesinden gelebileceğine inanıyor, kendine güveniyor ise öz-yeterlilik algısı yüksek demektir. Bu nedenle de öğrencinin akademik başarısında da önemli bir etkendir, çünkü harcanan çabayı arttırdığı gibi tutarlılığı ve kararlılığı da beraberinde getirir.

Schunk (1989-1991)’ın öz-yeterlilik modeline göre, bir öğrenme durumunda öğrenci geçmiş deneyimlerine bağlı bir öz-yeterlilik algısı ile harekete geçer. Bu algı öğrencinin ne yaptığını, ne kadar çaba harcadığını etkiler. Öğrenme süresi boyunca öğrenci bu algıyı yükseltmek için ipuçları ve işaretler arar ve gelecekte karşılaşabileceği yeni durumlar için bir anlamda yatırım yapar. Öğrenme sürecinin sonunda farklılaşan öz-yeterlilik algısı hem bireyin kendisinden hem de öğrenme sürecinden etkilenir. Bu algı öğrenme sırasında, bilgilerin daha derinlemesine ve daha aktif işleme sokulmasında etkilidir. Bu nedenle de akademik başarıda olumlu katkısı vardır.

Nitelik Yükleme Temelli Motivasyon

Weiner (1979-1992)’in nitelik yükleme kuramına göre öğrenciler, çevrelerindeki dünyayı anlamaya çalışırlar ve bunun bir uzantısı olarak derslerindeki başarı veya başarısızlıkları için de çeşitli nedenler ararlar. Başarı veya başarısızlıklarını kişisel kapasiteleri, harcadıkları çaba miktarı, konunun zorluğu ve derecesi ya da şans olarak nitelendirebilirler.

Öğrenciler bilişsel yardımcılara (etkili okuma yöntemleri ya da formüller gibi) ihtiyaç duyarlar ve aynı zamanda motivasyonel yardımcılara da ihtiyaç duyarlar (“başarılı olmam, etkili okuma yöntemlerini kullanabilmeme bağlı” gibi). Bu kuramın bir başka önermesi de öğrencinin, öğretmenin davranışından da etkilendiği ve anlamlar çıkarttığıdır. Örneğin bir öğretmen öğrenciye sorunun cevabını hemen verdiğinde şöyle bir alt mesaj iletmiş olur: “Sen bu soruyu çözmek için yeterince akıllı değildin, ben sana cevabı vermek zorunda kaldım”. Graham (1984)’ın yaptığı bir araştırmada da öğretmenin benzer tepkilerinin öğrencilerde başarısız oldukları için verildiği algısına yol açtığı ortaya koyulmuştur.

Motivasyonun Etkileri

Öğrenmede etkili olan çevre, deneyimin mahiyeti, meydan okuma, anlamlandırma gibi motivasyon da önemli bir faktördür. Motivasyon, öğretmenin öğrencinin konuyu öğrenmesini neden istediği değil, öğrencinin konuyu neden öğrenmek isteyebileceğidir. Farkına varmaksızın öğrenciler her gün ne öğreneceklerine ve ne öğrenmeyeceklerine karar verirler. Öğretmenler onları motive etmeye, konuyu hem bireysel (içsel) hem çevresel (dışsal) olarak daha ilgi çekici hale getirmeye çalışırlar. Bireysel motivasyon çok daha güçlüdür. Öğretmenler, konuyu öğrencinin bireysel ilgi ve amaçlarına ilişkilendirerek, öğrenme işlemini daha ilgi çekici kılma yöntemleri yaratarak (hikayeleme, gizem, merak, heyecan ya da macera unsurları katarak) bireysel motivasyonu arttırmaya çalışmalıdırlar. Bireysel motivasyon bireyin özelinde ve kişiden kişiye farklı olduğu için kimi öğrenci geçmiş deneyimleri ile bağlantılı olduğundan, kimi anlattığı konunun dönemine ait giyinen öğretmenini ilginç bulduğu için, kimi ise heyecanlandığı için motivasyonunu yükseltebilir.

Çevresel motivasyon öğrenmeyi pekiştirebileceği gibi tamamıyla durdurma gücüne de sahiptir. Kohn (1993-94)’a göre ceza ve ödüllere odaklanmak öğrenme için olumsuz motivasyon oluşturabilir. Ancak destekleyici özerk stratejiler (örneğin öğrencilere seçme şansı tanımak, karar verme, planlama, tasarlama ve yaratmada olanaklar tanımak) çevresel motivasyonu bireysel motivasyon kadar etkili yapabilir.

Olumsuz Motivasyondan Olumlu Motivasyona

Stipek (1993)’e göre, bireyler, bireysel nedenlerle öğrenmeye kenetlendiklerinde daha başarılı olurlar. Öğrenme işlemi eğlenceli ise daha çok öğrenme gerçekleşir. Anlamlı öğrenmenin perspektifleri, yetenek/beceri (öğrenci başarının verdiği olumlu hisler ve beceri geliştirmek için öğrenir), merak (bireyin doğasında merak vardır ve çevresinde olup bitenleri anlamaya çalışır), özerklik (birey kendi insiyatifi ve kararıyla hareket etmek ister) ve bireysel motivasyon (birey işine yarayacağını ve yapabileceğini düşündüğü konularda öğrenme işlemini tercih eder) olarak sıralanabilir.

Duch (2001)’e göre öğrenme malzemelerinin gerçek hayat ile ilişkilendirilmesi, öğrenme işleminin amacının ve planının belirlenmesi ve öğrencilerin ihtiyaçlarına uygunluğu motivasyonu artıran faktörlerdendir. Öğretmenler bunun dışında dışsal motivasyonu yükseltmek için hedef ve beklentilerini açıkça ortaya koymalı, yapıcı geri bildirimde bulunmalı ve özellikle çok başarılı öğrenciler için değerli bir ödülü unutmamalıdırlar. Aktif öğrenme prensiplerini göz önünde bulundurarak daha dinamik ve etkili öğrenme çevresi yaratmak ve öğrencilerin motivasyonunu arttırmak mümkündür. Örneğin; öğrenilecek materyalin içeriği, konuların birbiriyle bütünlüğü, amaç ve hedefleri ve genel kavramları öğrencilerle paylaşmak anlamlı öğrenme sürecinde onlara rehber olacaktır. Aynı şekilde öğrencilerin aktif katılımını sağlamak da çok önemlidir. Tartışma grupları oluşturma, problem çözme ve benzer olay tartışma gibi yöntemler bu amaçla etkilidir. Buna ek olarak, öğrencilerin yetenek ve becerilerini geliştirmelerini sağlamak, bir sonraki öğrenme deneyimine daha yüksek motivasyonla başlamalarına neden olacaktır.

Sonuç olarak açık, net ve anlaşılır iletişim kurmak, aktif katılım sağlayacak ve öğrencilerin katılımını cesaretlendirecek yöntem ve stratejilerden faydalanmak, cezalandırılacaklarından korkmadan müdahale edip, yalnış yapacakları ve yalnışlarını düzeltebilecekleri ortamlar sağlamak, konu üzerinde öğretmen olarak heyecan ve heves göstermek ve paylaşmak motivasyonu olumlu yönde oldukça etkileyecektir.

SONUÇ

Bir işi iyi yapmak için eğitimini almak, üzerine zaman harcamak, vazgeçmeden ve yılmadan çaba sarfetmek ve bol bol sabretmek gerekir. Etkili ve nitelikli bir öğretmen olmak için ise bunların ötesinde, iyi niyet, sağduyu, anlayış, kendini başkalarının hatta çocukların yerine koyabilme, dikkat ve titizlik gerekir. Yrd. Doç. Dr. Sema Karakelle’nin bir dersinde Elif Şafak’ın bir kitabından alıntı kullanılmıştı, sanırım hayatımın sonuna kadar aklımdan hiç çıkmayacak; “Öğretmenler Tanrısal varlıklardır, çünkü var olanı sadece onlar yok edebilirler.”

Bu yolun uzun, zorlu ve çok yorucu olduğunu, insanın çoğu zaman en yakınlarını bile ihmal etmek zorunda kaldığını biliyorum. Yolun en başındayım ve en azından başlangıç için ihtiyacım olan kanıtın anlamlı öğrenme alışkanlığını küçük yaşta edinmiş olmam ve yüksek motivasyonum olduğunu düşünüyorum.

Buna ek olarak elimde bir de formül var. Carson (1996) formülünü böyle açıklıyor: “Stanford Ericksen şöyle dedi; ‘Öğrenciler önemsedikleri, değer verdikleri şeyi öğrenirler...’, ama Goethe başka bir şey biliyordu; ‘Herşeyin ötesinde sadece sevdiğimiz kişilerden öğreniriz.’ Buna Emerson’ın açıklamasını da ekleyelim: ‘Eğitimin sırrı öğrenciye duyulan saygıda yatar.’ Sonuç olarak elimizde şöyle bir formül var: ‘Öğrenciler, değer verdikleri şeyi, sevdikleri, değer verdikleri ve aynı zamanda kendilerine değer verdiğini bildikleri insanlardan öğrenirler.’”


KAYNAKÇA

Barbara Harrell Carson. (1996). Thiry Years of Stories, http://www.ntlf.com/html/lib/quotes.htm adresinden 04.11.2004 tarihinde alınmıştır.

Dr .Bhattacharya, Madhumita (2002).Creating a Meaningful Learning Environment Using ICT, 18,11,2004 tarihinde http://www.cdtl.nus.edu.sg/brief/v5n3/sec3.htm adresinden alınmıştır.

Giddens, Anthony. (1997). Sociology Third Edition. Cambrigde. Polity Press. 22-24.

Heally, M. Jane.(1997). Çocuğunuzun Gelişen Aklı, İstanbul, Enka Okulları. 175-185.

Mayer, Richard E. (2002). The Promise of Educational Psychology, Vol. 2. Teaching for Meaningful Learning. California, Prentice-Hall.232-262.

Muir, Mike. (2001). An essay on helping all children learn, http://www.mcmel.org/howlearn.html adresinden 19,11,2004 tarihinde alınmıştır.
Muir, Mike. (2002) Motivating Learning: The Underachieving Learner's Perspective, http://www.mcmel.org/shine.htm adresinden 20,11,2004 tarihinde alınmıştır.
Muir, Mike. (2001). What Do Underachieving Middle School Students Believe Motivates Them to Learn? http://www.mcmel.org/motivatingUA.html adresinden 19.11.2004 tarihinde alınmıştır.

Websters’s New World Dictionary, Third College Edition, Prentice-Hall, 1988 Cleveland and New York.

http://de.essortment.com/motivatingstude_rbsm.htm
http://www.rit.edu/~609www/ch/faculty/effective5.htm
http://www.egitim.aku.edu.tr/motivasyon.doc

Monday, July 19, 2010

Aşka aşık olmak




Fala inanma falsız kalma derler... Bugünkü falımda (Çin falı, myspace'in şeker uygulamalarından biri ve evet ben de her gün olmasa da arada bir sayfamdan bakıyorum ne diyo bana diye) aynen şöyle yazıyor: "You are in love with love today. The air is full of romantic, sexy possibilities. You love nothing more than to find someone to talk to and you could be up all night in deep, passionate and intriguing conversations with someone special." yani Türkçe meali bugün ben aşka aşıkmışım, bütün gece özel biriyle derin ve tutkulu muhabbetler yapabilirmişim. Sadece bugün mü?

Dün gece benzer bir "yaşamaya değer" anda lafı geçti; günlüklerden, uzun süreli tutulan kayıtlardan söz açıldı, benim de aklıma kendi küçüklüğümde başlayıp büyük adam olana kadar tuttuğum günlüğüm geldi. Gidip tozlu rafların arasına dalıp çıkardım Dali'nin parçalamalarından kurtulan sayfaları, getirip koydum kucağıma, bir yandan aşkın eli ellerimde, tenimde... başladık kurcalamaya... bir süre sonra gördüm ki ben gerçekten sevmeyi sevmişim, hep sevdikçe yazmışım, baharı, aşkı, dostları, müziği, arada bir sevgiden hasret olmuşum, özellikle babam için, onları da yazmışım. Yani aslında ben zaten her yeni gün sevmeyi sevmişim, sadece bugün değil ki! Hep aşka dair yazmışım, küçük sevgi böcüğü, elbette sonunda hep hüsran var "aşk" diye geçenlerin, hep kırılmışım, terk edilmişim, daha doğrusu ihmal edilip kanıksanmışım ya da kolay olmuşum ya da sıkıcı filan (ergenlik, erkeklik, kadınlık, kendini aramalar, hormon dengesizlikleri gayet normal) ve tabii genellikle de sonunda ben pes etmişim. Acıdığında da yazmışım, hep iyi dileklerimi sunmuşum canımı acıtanlara, benim hatam demişim. Hani geçenlerde de bütün erkeklere damız dedim diye olay oldu da bir sürü laf yedim ya, aslında orada da annelere ve kadınlara seslenmiştim en sonunda, bu sizin elinizde diye, bir de eğer değer birini bulduysanız da aman elini bırakmayın demiştim, işte onun gibi.

Şiir yazmışım bir dönem, bir iki tanesi hiç fena diil gibi hatta, kelimelerle oynamışım hep, özellikle babam için "sen güneş gibi uzak, gün gibi benim" demişim mesela bir seferinde. Ölümün ardından acıyla başetmek kolay değil, burda da bol aşk var elbet ama en zor olanından.

Dün gecenin bir yarısı bu kadar geçmişi kurcalayıp gözümün önüne seriliveren gerçeği bugün Çin falımın söylüyor olması ayrı bir komedi, aşkın eli elinde, ıslak teninin sıcağı yanıbaşımdayken bu kadar rahat ve dürüstçe yaşayabilmek, geçmişini, kendini öylece paylaşabilmek başka bir ayrıcalık. Üstelik bu tür kayıtlar öyle özeldir ki utanılası herşey içindedir onların...

Bir de kelebekler var aşka olan aşkımın meyveleri, aşk bana her dokunduğunda midemden havalanıp ağzımdan çıkıveren, bu yıl bütün Avrupa ve memleketi basmış olan kelebekler... Siz onları kelebek nüfus patlaması, 11 yılda bir olan bir doğa olayı sanıyor olabilirsiniz, hayır değiller, bildiğiniz aşk meyveleri onlar, bu kadar çoklar çünkü bu mevsim her gün aynı aşka bir başka aşık uyanıyorum ve aşk benim yüzüme bakıp bir başka gülümsüyor. Her yeni gün gerçekten yeniden aşık oluyorum aşka, fala inanma, falsız kalma...