Tuesday, March 2, 2010

Henüz adı olmayan masalın ilk bölümü

Zamanların, kentlerin ve beton masif yığınların birbirine girdiği; doğanın bu karmaşaya çok şaşırdığı bir dönemdi. Sabah güneşinin, betonun soğukluğu ile kucaklaşmaya çok üşendiği ve zorlandığı bir mevsimde, kocaman beton duvarların, taşlı yolların asırlardır biriktirdiği yorgunlukla dolu bir şehirde, gri paltolu insanlar siyah ayakkabılarıyla yolları aşındırmaktaydılar. Akşamdan kalmalığı yaşamaya bile henüz başlamamış şehrin loş ve çamurlu sokak aralarında, bir japon turnası zarif adımlarla dolanmaktaydı. Kendisine rastlayan olsaydı pırıl pırıl bembeyaz tüylerinden gözleri kamaşır, ayakları birbirine dolanır yürüyemez olurdu. Kanatlarının altına doğru koyulaşan parlak tüyleri; siyahla beyazın, geceyle gündüzün ve hatta iyi ile kötünün bütünlüğünü, birlikteliğini ve değiştirilemez ortaklığının çekiciliğini simgeler gibiydi. Turna, attığı her adımda bastığı yere dikkat ediyor, denge gösterisi yaparmış gibi arada bir kanatlarını da hafif hareketlendiriyordu. Alıştığı adımlar, ezberlediği yollar, tanıdık bildik kokular... Ancak her seferinde yeni bir taşın kenarına basmaya dikkat ederdi. Onun müziğiydi çünkü bu, her seferinde aynı yerden çıkan bambaşka bir tını.
Her canlı evini sever, sevilmezse o ev olmaz zaten; konaklanan yer, sığınak hatta belki misafirlik olur. Japon turnası da o cerrahların ellerine yaraşır dikkat ve kontrolle kullanabildiği gagasıyla evinin kapısını açıp her içeri girdiğinde kendini iyi hissediyordu elbette. Ancak bir yanı sık sık „geniş bir caddeye çıkıp aç şu kanatlarını“ diyordu. Macera çekiyordu canı. Belki bir ormanın üzerinden süzülmek, karnında çamların gıdıklayan iğne dansı; belki de akarsuların yataklarında bir gizli kıvrımı keşfetmek... ya da belki okyanus kenarına gitmek... Nasıl kokardı okyanus acaba? Bir yandan evinde de şarkılarına devam eden turna hep uzakları düşünür, içi merakla dolar, heyecanlanınca da göğsündeki beyaz tüyler yaz esintisi değmiş gibi daha bir hareketlenirdi. Bu turnanın bütün uğraşı uyumlu sesler çıkarmak, hareketlerle sesleri dansa davet etmek, hatta bazen tutkulu sevişmelere neden olmak, bazen de tutuk kalıp boynunu bükerek hüznün melodisini aramaktı. Bazı zamanlar kendisine benzeyen başka yaratıklarla dolaşır, bazen tek başına mırıldanır, bazen de yeni melodiler ve danslar için keşfe çıkardı. Bu keşiflerinden birinde pek çok farklı cinsten hayvanın, bir kısım insanla birlikte çember olmuş, seslerle oynaştığını gördü. Çembere yanaştı, önceleri biraz geride durdu. Hem rahatsız etmek istemiyor, hem de anlamaya çalışıyordu. Turnalar temkinli hayvanlardır, kendilerini güvende hissetmeden davranmazlar, ortalarda boş dolanmazlar. Ancak bir süre sonra turna Segaku, kendini tanıtmakta bir sakınca görmedi. Grubu zarifçe selamladı, kanatlarının ihtişamını henüz göstermeyerek seslerin oyununa katıldı.
Gel zaman git zaman Segaku bu haftalık oynanan oyunu hevesle beklemeye başladı. Bazen oyunlar uzadıkça uzar kimse bitirmek istemezdi. Bazen de Segaku ve yaban kazı Yaoka oyundan sonra uzun uçuşlara birlikte kanat çırpar, rızasız dönüp evlerine sığındıklarında da rüyalarında buluşur, seyahatlerinde hayalgüçlerinin sınırından olabildiğince kaçarlardı. Yaoka evcilleştirilebilen bir vahşi hayvan olan yaban kazlarındandı. Genellikle çok sakin, sabırlı davranıyor, bazen çekingen görünüyor ancak dokunulduğunda bir orkide gibi yumuşak, kararlı ve hassas biçimde açılıveriyordu. Çok uzun yollara ve zorlu şartlara dayanabiliyordu ancak yüreği incindiği zaman sanki güneş kaçıyor, hayat gezegenden çekilmeye başlıyordu. İşte o zaman Yaoka evinden çıkmıyor, hep uyuyor ve bir yandan yüreğini iyileştirmek için yollar arıyordu. İşte böyle bir yürek burulmasına deva olsun diye duyup da geldiği ses oyunlarında karşılaşmıştı Segaku'yla. Çemberde seslerin efendisi olan ulu baykuş Tutao ikisini de fark etmiş, hatta birbirlerini fark etmeleri için kimseye hissettirmeden birer tını gönderip kanatlarını hareketlendirmişti onların. Segaku ve Yaoka'nın birlikteliği işte böyle gri duvarlardan, çamurlu taşlardan ve soğuğa sarılmayı reddeden güneşten uzak başladı.
Tanıştıkları gün birlikte yürüyüşe çıktılar. Her ikisi de kanatalarını hiç açmadılar, gösteriş yapmadılar, hatta birbirlerine kur bile yapmadılar. Paylaşacak o kadar çok şey vardı ki saatler yetmedi. Gün çekildi gezegenin o yakasından, gece geldi tüm gizemiyle. Yeniden dokunabilmek için ayrılmak gerekir. Segaku ile Yaoka da, ilk dokunuşun tadına doyamadan ayrıldılar. Her ikisi de ayrı hayatlarına ve sıcak yuvalarına geri döndüler ama birşeyler değişmişti bile yeryüzünde. Bu masal gezegeninin bir ucunda, bir okyanus kenarında, bir tohum düştü toprağa, Segaku ve Yaoka için büyülü nadide bir aroma olmaya.
Yaoka evine doğru ağır kanat darbeleriyle uçarken rüzgarın kokusunu ve tüylerini böylesine okşayıp geçmesini fark etti. “Çok uzun zamandır tutkuya yakın uçmamışım demek” diye geçirdi içinden. Bir de hazır uçmaya başlamışken gidesi geldi uzaklara. “Rüzgar keyif verdiği sürece kanat çırpmaktan vazgeçmesem” diye düşündü, “acaba okyanus kıyılarına varır mıyım?” Aklında hep mutluluğun tınıları vardı. Yolda bir kelebeğe rastladı, selamlaştı. Sonra bir de ceylanla karşılıklı gülümsediler.
Gel zaman git zaman, çembere gelip gittikçe Segaku’nun da Yaoka’nın da bedeninden çıkan tınılar değişti. Sonraları çemberler değişti, bilge baykuş her yeni gelenle ayrıca ilgileniyordu ama belli ki bazı gözde öğrencileri de vardı. Zaman geçip yaşantılar arttıkça Segaku ve Yaoka’nın yanına bir ala geyik Deduko ve ulu baykuş Tutao’nun arkadaşı kar kedisi Titeki da katıldılar ve diğerlerinden farklı tınılarda daha sık buluşmaya başladılar. Her buluşma daha da şenlik havasında geçiyor, yürekler her tını ve hareketle birlikte birbirine daha bir yaklaşıp kucaklaşıyordu. Birlikte bir iki küçük macera dolu yolculuğa çıktılar. Bir seferinde sessizlerin dünyasına gittiler hep birlikte. Bambaşka bir dünyaydı orası ama oraya da tınılar ve sesler için gitmişlerdi ve seslerle dolu olan dünyadan bile daha zengin bir doğa karşıladı onları. Orada her tınının bir rengi, her sesin bir hareketi ve her bedenin farklı bir duyuşu vardı. Orada herkes hata yapabilirdi, bu hiç sorun olmazdı çünkü her bir sessiz yaratık o hataları paylaşmak için oyuna, neşe için bahaneye ya da öğrenme için bir nedene çevirebiliyordu. O dünyadaki her sessiz, birer büyücüydü zaten. Sessizlerin dünyasında sessizlerden sesi öğrendiler, birlikte seslerle oynaştılar ve bir daha hiç yanlarından ayırmayacakları oyuncaklar topladılar.

….


Tüm hayaller gerçek olamayabilir veya gerçekleştiğinde hayalken oldukları kadar etkileyici ve değerli de olamayabilir. Ancak bazı büyülü anlar vardır ki hayallere bile sığamayacak kadar kudretlidir.

Herkes Hırsız mı?

İtalo Calvino'dan.... metni ben toparladım, bir yerlerden özeti geçti elime, beden müzikalimiz için yeniden yazdım... Gökçe sağolsun gerçekten iyi ki ittirmiş beni trende bütün gece çalışayım diye... işte...

HERKES HIRSIZ MI?

"Evvel zaman içinde, Kalbur saman içinde
Pireler berber iken, Develer tellal iken
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken
Bağdan üzüm bekler, derede odun yüklerken,
Alem uykuda ben pusudayken,
Cinler cirit oynarken Eski hamam içinde
Adem oğulları pek çokmuş, pek çeşitliymiş
Var varanın sür sürenin, destursuz bağa girenin
Ağzıyla kuş tutanın, tuttuğunu hoop yutanın hali yaman olurmuş
Yer yarıldı birdenbire
Kerpiç koydum kazana Poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana; tepelerden yel gibi, derelerden sel gibi,
Konarak, göçerek, lale sümbül biçerek şu masalı anlattım… "

Efendim bir ülke varmış halkının hepsi hırsız. Karanlık çöktü mü, kuşlar yuvalarına kaçtı mı herkes eline fenerini, bohçasını, çakısını, sakızını alır, düşermiş hırsızlık peşine. Duvar arkasına saklanır, pencerelere tırmanır hırsızlar, o günün hedefini ararmış. Karanlık bir pencere, kilitli bir kapı, kar getirecek gecenin anahtarı… Kimseler yoksa evde, hırsız içeri atlayıp bohçasını açarmış. Açar, bakar, alır, toplar, bohçayı kapar, sırtına atar, ardına bakmaz kaçarmış. Tan ağarırken yorgun argın bitkin olan her hırsız kendi evinin kapısını açarmış. Ama her hırsızın de evi her tan anında bomboş kalırmış. Biri birinin, öteki berikinin, sondaki baştakinin, alttaki üsttekinin, sağdaki soldakinin, her hırsız bir diğerinin evini soyarmış.

İşte böyle bir düzende, bu hırsızlar ülkesinde; hepsinde var bir uyum, tuhaf işler bir durum… İster sor ister söyle, ister gül ister ağla yalan dolan dolambaç, her yerde bir saklambaç. İster sat, ister al Sah-te-kar-lık!

Komşusu, kızı, kızanı hırsız olur da hükümeti olmaz mı? Bu ülkenin hükümeti de hırsızmış; hırsızlardan çalmak için, çalıp da aldatmak için, alıp bir de satmak için kurulmuş bir suç örgütüymüş.

İşte böyle bir düzende, bu hırsızlar ülkesinde, yaşam oldukça sorunsuz, tıkır tıkır, şıkır şıkır, huzur içinde akarmış. Hırsızların her biri ne bir eksik ne bir fazla, ne zengin ne yoksul sefa içinde yaşarmış.

Sonra….. sonra…. Günlerden bir gün, nereden geldi bilinmez, herkesten de habersiz bir adam çıkagelmiş. Adam sadece adam olsa iyi, bir de adam dürüst adam üstelik. Dürüst adam dışarı çıkmaz, dürüst adam bohçasını hiç açmaz, hırsızlık etmektense romanlara saklanır, piposuyla yaşarmış. Hırsızlar hedef arar, duvarlardan yan bakar, ışık vuran cam görünce soyamadan kaçarmış.

Ama bu iş böyle gitmez, çark bu halde hiç dönmez. Dürüst adam dürüst yaşar, evi soyulmaz, ona göre hava hoş! Peki ya eli boş kalan hırsızlar? Çekmişler dürüst adamı kenara konuşmuşlar, durumu bir bir saymışlar, dürüst adam susup kalmış, aç kalan çocuklar varmış. Ne yapsın dürüst adam? Her gece karanlığa dalmış. Çalmamış, çalamamış, sokaklarda dolanmış, köprülere tırmanmış, suları seyre dalmış. Düşün taşın düşün taşın işin içinden çıkamamış. Dürüstmüş işte be kardeşim, dürüstmüş adam… o kadar…

Her yeni günün başında, bırakıp suları köprünün altında evine dönen dürüst adam, elbet soyulduğuyla bir de kucağındaki romanıyla kalırmış. Daha haftası dolmadan, akan sular donmadan, dürüst adamın evinde kalmamış patates soğan. Plak, kapak, kalem, tabak, kırık çanak, küçük pikap, küçük büyük, bir var, bir yok! Dürüst adamın evinde ne varsa hırsızlar açıp bakıp, alıp takıp, bohçayı kapatıp kaçmışlar. Düşün taşın düşün taşın… Dürüst adam kendine kızmış, sonuçta hiç soymadan soyulmakta o karar kılmış. Hal böyle olunca, karanlık basınca bir hırsız aç kalmış, bir başkası soyulmamış. Düzeni alt üst eden işte dürüst adammış. Soyamayan yoksullaşmış, soyulmayan zenginleşmiş. Zenginleşenler, sokaklarda dolanan, köprüleri tırmanan, suları seyre dalan dürüst adamın yanında akan sulara bakmış.

Karışıklık iyice artmış. Zenginlik ile fakirliğin arası iyice açılmış. Çok geçmeden zenginler, akan sulara bakarken, evlerinden uzakken, hırsızlık diz boyuyken, mallarının çalınıp gideceğini fark etmişler. Düşün taşın, düşün taşın sonunda akıllarınca bir çözüm bulmuşlar. Bu sayede bazı yoksullarin yeni bir işi olmuş, zenginler için çalmışlar. Sözleşmeler imzalanmış, şartlar baştan belirlenmiş, tarafların her biri sah-te-kar-lık yapmışlar. Yine de zenginler daha zengin, yoksullar perişan olmuşlar.

İşte böyle bir düzende, bu hırsızlar ülkesinde zaman içinde zenginler ne çalmaya ne çaldırmaya, ne aldatmaca ne kurmacaya ihtiyaç duymuşlar. Ama zarar almamak için yoksulların en yoksullarına, mallarını öteki yoksullardan korumaları için para verir olmuşlar.

Kolluk kuvvetleri oluşturulmuş, askerler sıra sıra dizilmiş, ardından hapishaneler açılmış. Dürüst adamın gelmesinden bir zaman sonra kimse soymaz, soyulmaz, şurda burda, kıyıda köşede, soymanın soyulmanın sözünü bile etmez olmuş. Zenginlik yoksulluk kalmış geriye, onlar da dillere vurmuş. Artık herkes yalnızca ne kadar zengin ya da yoksul olduklarını konuşur olmuş. Yine de bir miktar hırsız kalmış. Bir de dürüst olan o tek adam…

Peki ya dürüst adam?? Dürüst adam?? Dürüst adama ne oldu???