Tuesday, August 10, 2010

Zor iş insanları bir araya getirip bir de mutlu etmek!


Nerden çıktı şimdi bu diyeceksiniz tabii ki...

Efenim geçen hafta, bilen vardır eminim, İstanbul çok eski ama bir o kadar yeni bir ekolün en değerli temsilcilerini ağırlayarak kendi sesleriyle birleştirdi. Hakkında pek çok şey yazıldı, konuşuldu, televizyonlarda da sanırım yer aldı biraz, gazetelerde de özellikle İstanbul'un seyyar sesleri ilgi gördü. Evet, İsmet Sıral Yaratıcı Müzik Stüdyosu ağustosun ilk haftası İstanbul'un çeşitli mekanlarında, dünyanın en değerli müzik ustaları ve hocalarıyla, İstanbul'un sesleriyle bütünleşti. Santral ve Bilgi Üniversitesi'nin çeşitli mekanları, Sirkeci yaya geçidinin üzeri, Sepetçiler Kasrı ISCMS gruplarının, öğrencilerinin ve İstanbul'un seyyar satıcılarının birlikte doğaçlamalarına vesile oldu. İlki 2006'da yapılan ISCMS'nin 11 günlük 2010 programında; 8 büyük tematik konser, 23 atölye ve seminer, sanatçılar eşliğinde 7 grup çalışması, 3 konferans ve çeşitli doğaçlamalara yer verileceği duyurulmuştu, gerçekleşmeyen kalmadı sanıyorum.

Katılan ustalar, konuşmacılar kimlerdi peki? Ne bu gürültü? Karl Berger (ABD), Oliver Lake (ABD), John Zorn (ABD), Trilok Gurtu (Hindistan), Marc Ribot (ABD), Adam Rudolph (ABD), Cyro Baptista (Brezilya), Ingrid Sertso (ABD), Kenny Wessel (ABD), Steve Gorn (ABD), John Lindberg (ABD), Tani Tabbal (ABD), Rahman Jamaal (ABD), Greg Cohen (ABD), Kenny Wollesen (ABD), Ahmet "Hacı" Tekbilek (İsveç), Oğuz Büyükberber (Türkiye), Ayşe Tütüncü (Türkiye), Tolga Tüzün (Türkiye), Ömer Faruk Tekbilek (ABD), Orhan Osman (Türkiye), Erdem Helvacıoğlu (Türkiye), Ahmet Özden (Türkiye), Volkan Çanakkaleli (Türkiye), İzzet Kızıl (Türkiye), Murat Verdi (Türkiye), Dost Kip (Türkiye), Francesco Martinelli (İtalya), Mukti Shri Mukku (Hindistan), Ravi Chary (Hindistan), Dawda Jobarteh (Gambia), Nana Osibio (Gana), Tobias Klein (Hollanda), Sven Hahne (Almanya), Matthias Müche (Almanya), Emre Karabulut (Türkiye), Timuçin Gürer (Türkiye), Mutlu Torun (Türkiye), Erkan Oğur (Türkiye), Ayşenur Kolivar (Türkiye), Alper Maral (Türkiye), Sumru Ağıryürüyen (Türkiye), Anıl Eraslan (Fransa), Onok Bozkurt (Türkiye), Giulia Frati (Kanada), Meriç Demirkol (Türkiye), Sıla Gerbağa (Türkiye).... şeklinde uzadıkça uzayan bir liste bu gürültünün birbirinden güzel nedenleri.

Atölyelerin bazılarının başlıklarını da vermeden geçemeyeceğim: "Evren sese asılıdır", "Müzik tektir", "Tarzlar arası işbirliğinin yaşamsal önemi", "Bir çalgının hafızası", "Gürültü olarak özgür doğaçlama", "Harmolodik yaklaşım", "Enstrüman yapımı", "Yaratıcı egzersizler yapmak", "Marc Ribot hakkında merak ettiğiniz ama sormaya cesaret edemediğiniz her şey", "Kültürlerarası doğaçlamalar".... Konserleri sayamayacağım, daha ayrıntılı bilgi peşinde olanları www.iscms.org adresine yönlendireceğim.

Bendenizin olayla ilişkisine gelince... Tuhaf ama hoş biçimde kuruldu. Bir şekilde tesadüfen orada bulunan bendeniz Trilok Gurtu ve ailesini otele bırakmayı teklif ettim ve sonraki üç dört gün onların mihmandarı, Trilok'un asistanı ve ortamın lazım durumda "koş"cusu oluverdim, hatta son konserde (John Zorn) sahne arkasını hayranlardan koruma görevim bile oldu ki bence en komiği ve eğlencelisiydi çünkü korunacak bir durum yoktu, tersine hayranlar öyle şeker bir kaç hatun oluverdiler ki bir ara, kızlardan birinin yanaklarını mıncırmak üzereyken yakalayıp tuttum kendimi... Ama dürüstçe itiraf etmeliyim ki minik tefek huysuzlukları da dahil olmak üzere aklı, yüreği, içi, elleri, sözleri, ses tonu, karısı, güzeller güzeli kızı, müzik arkadaşları ve aklınıza gelebilecek her şeyiyle Trilok'la birlikte İstanbul trafiğinde kalmak en keyifli anlarımdı. Müzik öğrendim, Trilok dinledim, adam resmen yanıbaşımda ve benimle ve bana ritim tutturarak ve benim arabama vura vura, günlerce her trafikte kaldığımızda müzik yaptı, müzik yaşattı, müzik öğretti. Sanırım pek çok insan benim yerimde olmak için yanıp tutuşuyordur. Haklılar, ben de kendimi onun cep telefonunu telefonuma kaydederken çok özel hissettim, Kapadokya'ya gideyim diye ısrar ettiğinde, ayrılırken gözlerimiz dolduğunda da özel hissettim, kızı bana sarılıp "Almanya'da seni izlemeye gelicem, çok istiyorum, çok özliycem" dediğinde de. Hala öyle hissediyorum, özellikle de önüne gelen herkese "eğer Ayşe organizasyondan sorumluysa, o varsa gelirim" dediğinden beri... Evet elbette şımardım, ama çok da çalıştım hak etmek için, öylece boşuna oldu sanmayın, oradaki herkes minicik bir tat, keyif ve şımarıklık için çok çok çalıştı, ortaya çıkıp Sepetçiler Kasrı'ndan boğaza dökülen notalar bunun en istisnai kanıtlarıydı.

Benim için olayın en başı ise şöyle oldu: Bir süredir heyecanla bu adı tadı birbirinden leziz atölyeleri bekliyordum ve Che'cigumun peşinden ayrılmıyordum, "ben de istiyorum", "çantana koy beni", "cebine sok", "naap yap et beni de al" diye tepişiyordum, malum bu parasızlıkta bunca borcun altına girmişken pek mümkün olamayacaktı hepsini takip etmem... neyse, gün geldi çattı, kalktık gittik Santral İstanbul'a, ilk Alper Maral'ın seminerine soktum burnumu. En keyifli kısmı dünyanın bambaşka köşelerinden bestecilerin doğaçlama notasyonlarına bakmak oldu. Hala aklımda; "Notations 21" kitabı için kendisine ulaşacağım. Bir de yıldız haritasını notasyon için kullananlar var ya, onlara bakacağım internetten bir ara...

Bu arada ben şehir sıkışmışı olarak hemen matımı aldım yanıma, kıçımın altına serip pembiş pantolonum yeşil olmadan yayılıp çimenlere ayak sürtmek maksatıyla. Her gören "aaa yoga mı yapıyorsun?" diye sormaz mı? ulen dedim içimden, ne zaman bu kadar "in" veya "gözde" bir şey oldu ki yoga? neyse, lafı dolandıralım ama çok diil; o gün Karl Berger ve Ingrid Sertso'nun birlikte yönettiği bir atölye çalışmasına da katıldık. Ingrid'in kendi yaratıcılığını paylaşması, sizin yaratıcılığınızı tetikleyişi, sesi, zerafeti, şıklığı, cesaretlendirmesi, hocalığındaki ağırbaşlılık istisnai biçimde içimi açmamı, deliler gibi öğrenmemi, ortamı sömürüp fazlasını da paylaşıvermemi sağladı. Esas mesele bunu herkesin aynı biçimde deneyimlediğine emin olmam. Aynı şekilde Karl Berber de elbette, özellikle enstrümanlarını kucağına alanlar için yüzündeki tatlı sert bakış ve "kenarından hafif yukarı kıvrılmış mı sanki acaba?" dedirten ama asla emin olamayacağınız, sizi hafif tetikte ve uyanık tutan dudaklar... Her ikisi de büyük nimettiler o gün orada olanlar için, olamayanlar için ise çok çok üzgünüm. İşte mesele de burada başlıyor zaten. Hani şu başlıkta yazan "zor iş" kısmı tam da buradan başlıyor...

Fikir herkeste bolca var ama zor iş "güzel" fikir sahibi olmak; bunu doğru insanlarla, doğru zaman ve yerde paylaşabilmek zor iş, paylaşılanların ortak hayale, hayallerin planlara, projelere dönüşmesi çok zor iş. Kimlerin bir araya geleceğine karar vermek, kimi istediğini bilmek, istediğin insanlara ulaşıp gel diyebilmek, gelmelerini sağlayabilmek gittikçe zorlaşan işler. Projenin onayını almak (ki hele İstanbul Capital 2010 felaketi sorumlularından onay almak aman ki aman!) zor iş. Onay alıp para bulmak, bütçelendirmek, kurgulamak zor iş. Sponsor peşinde koşmak, sonunda satış, reklam, para, girdi, pazar payı kaygı veya garantileri olmayan iyi, güzel, sanat dolu, öğrenme odaklı, 'sanat yapan insan'a yatırım yapan bir proje için sponsor peşinde koşmak çok zor iş.

Birlikte iş yapmak zor iş. Kafası çalışan, sevdiğiniz, kırmaktan ürkeceğiniz, değerli insanlarla iş yapmak zor iş. Kimsenin hayalini, fikrini, aklını veya yüreğini dışarıda bırakmadan, gerçekleştirilebilir ve başa çıkılabilir ama ses getirecek, etki bırakacak iş yapmak zor. Bu kadar çok kendi fikri ve kararı ve tercihi ve doğrusu ve niyeti ve sanatı ve yaratıcılığı olan insanı biraraya toplamak zor iş. Toplayıp güzel etki yaratmak daha da zor iş. Böyle bir fikre izleyici bulmak zor iş. Böyle bir maliyete katılımcı bulmak da zor iş. Sponsor bulmak daha zor iş, onay almak daha da zor.

Tüm bunları yaparken gönüllülerle, öğrencilerle, onlar da öğrensin, deneyim kazansın diye birlikte çalışmak zor iş. Bu kadar dev bir usta güruhunu bu sıcakta İstanbul'a uçurmak, hepsinin rahat edeceği bir yerde kalmalarını sağlamak, getirmek, götürmek, yedirmek, içirmek, karılarına kızlarına alınacak eşarbın, takının pazarlığını araştırmasını yapmak, müzik kitapları satan kitapçılara taşımak, kebapçıda vejeteryan menü ayarlamak, Topkapı sarayını, Harem'i anlatmak, bir yandan atölye katılımcılarının yaka kartlarını dağıtmak, gelmeyenleri aramak sormak, her bir atölyeyi kayıt altına almak, bir yandan katılımcı olmak, bir yandan atölye, seminer yapmak, hem sanatçı, hem organizatör, hem ses, hem sahne sorumlusu olmak, hem seyyar satıcılara gülümsemek, çiçekleri bayılmasın diye sulamak, mısırcının arabasını sahne merdivenlerinden iterken el vermek, kuliste rakı bulundurmak, rakının yavaş tüketildiğine emin olmak, konser mekanı sandalyelerinin numaralarına göre doğru dizildiğine emin olmak, yeterince sıcak yemek veya soğuk su bulamadığı için dudakları aşağı bükülesi gelmiş usta ve müzisyenleri gülümsetmek, çok sıcak oldu diye klimayı açmak, çok soğuk vuruyor diye klimayı kapatmak, bir açmak bir kapatmak, sahneye su yetiştirmek, havlu koymak, nemden ıslanmış müzik aletlerini eteklerinle, t-shirtlerinle silerek korumaya çalışmak, sahneden nem yüzünden ıslak zeminde kayan seyyar satıcıların eline doğru anda yetişip düşmemelerini sağlamak, aynı anda sorulan on soruya yanıt verebilmek, yemek fişi dağıtmak, sanat terapistinin sorularını yanıtlamak, televizyon ve gazetelere röportaj vermek, büyük ustaların da iki kelam etmesini sağlamak, onları hayranların arasından alıp kamera önüne, kamera önünden alıp sahne arkasına, sahneden alıp otele, otelden alıp Kapadokya'daki balona koymak, özetle şeytanların üç beşine aynı anda pabuçlarını ters giydirirken meleklerin varlığına inanıyor ve onları görüyor olmak zor iş... En önemlisi, bu büyük ustaların varlığından, gerçekten ihtiyacı olan gençlerin, sanatçıların hatta belki bazı küçüklerin faydalanmasını sağlamak çok çok zor iş. Bu tür değerli anları daha fazla yararlanıcının erişimine açabilmek, doğru öğrencilerin orada olmalarını sağlamak zor iş. Çok çok zor iş...

Dost, Sumru, Onok, Sıla, Talya, Miko, Gökçe, Emre, Tuba, Eren, Nadir, Ezgi ve bir kısmının adını hala bilemediğim bir sürü genç, güçlü, enerjik, dinamik, güzel, özel ve gülümser insan, ayakları tabanlarına değe değe, ordan oraya koşa koşa, günlerce, günü bilmem kaç saati, uykusuz, yorgun ama gülümsemelerinden bir gram ödün vermeden sıkı iş çıkardılar. Elbette sıkıntılar oldu, köprü üzerinde güneşten korunmaları amaçlı açılmış şık kokteyl şemsiyesi aniden çıkan rüzgarla uçtu, kimse yaralanmadı ama yürekler bir an hopladı, sonrasında şemsiye olmayınca sıcak herkesi iyi çarptı, (hatta ben de tam o anda soğuk su hizmeti vererek Sumru sayesinde "melek" sıfatı bile kazandım), birinin yemeği konser öncesinde yetişemedi, konser sırasında soğudu, bir başkası program dışı bir iki gezi isteyince taşıt arayıp ayarlamak zor oldu, davetli listesi rüzgarda uçtu yenisini yazmak on dakikamızı yedi, soundcheck'lerin son ikisine de toptan güneş geçti çünkü güneş tentesi sahne üzerinde duramadı rüzgardan uçuverdi, konser alanının hemen yanına kurulmuş başka bir İstanbul Capital 2010 etkinliği akşam saat ona kadar mehter takımı çıkarıp tam onda da havai fişek patlatınca bizim dokuz buçuk konserleri zorunlu olarak on sıfır beşte başladı filan.... Ama zor işti seyyar satıcılarla dünya müzisyenlerine aynı sahnede doğaçlama yaptırmak, zor işti hem Trilok Gurtu, hem Karl Berger, Adam Rudolph, hem Ömer Faruk ve Hacı Tekbilek, Ahmet Özden, hem Erkan Oğur, hem Oğuz Büyükberber, hem John Zorn, Cyro Baptista, Mark Ribbot, Nana Osibio, Kenny Wollesen, Greg Cohen, hem İzzet Kızıl'ı (atladığım varsa özür diliyorum) aynı sahnede, aynı anda, ses ve sahne düzeni değişmeden ve hatta enstrüman eklenerek bir araya getirmek. Zor işti atıyla kavun karpuz satan amcayı, poğaçacıyı, mısırcıyı, hüzünlü bozacıyı o seslerle birleştirmek...

Zaten zor iş bu memlekette karşıdan karşıya geçmek!