Tuesday, May 25, 2010

"Mus" Büyücüsü


Efenim Segaku ve Yakao'nun henüz adı olmayan masalı başladı başlamasına da nasıl devam edecek meselesi uzun vadeli ve keyifli bir mesele haline geldi nihayet. Yavaş yavaş karakterler gelmeye başladı gözümün önüne, sanki müzikle dolu bambaşka bir dünyanın tuhaf yaratıklarıydı bunlar ve bir şekilde masalın içinde yer almak için kendilerini tanıtıyorlardı bana. Bir kısmı rüyamda geldi, bir kısmı durup dururken işyerinde filan çizilivermeye başladı önümdeki deftere.

Bugün bu arkadaşların ilkini paylaşıyorum; kendisi Mus Büyücüsü. Esas marifeti pek çok farklı "mus"u bir araya getirerek müzik yapabilmek veya yapılmış bir müziği susturarak "mus"larına bölmek... Kendisi genel olarak hiçbir şeyin peşinden özellikle koşmaz ancak çok sabırlıdır. Çok dünyalar gezmiş, pek çok farklı ortamda nefes almak ve büyü yapmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle genellikle karşısına çıkan durumlarda nereye kadar sessiz durması gerektiğini bilir. Sorunları büyütmez veya büyütse de biz bilmeyiz. Çünkü Mus Büyücüsü konuşmaz. Yürüyüşü ve sarayda kraliçenin yanıbaşında yaşayışı da bir o kadar sessizdir. Yanıbaşınızda bitse hiç fark etmezsiniz. Sesi çıkan sadece büyüleridir. En sevdiği elbette "mus"dur ve tüm "mus"lar; kendi uykusundan, hatta sağlığından bile önce gelir. Elinden geldiğince "mus catcher"a göz kulak olmaya ve kontrol altında tutmaya çalışır. Çünkü "mus"ların incinmesini veya ürkmesini istemez. Kötü şeyleri dile getirmediği gibi iyileri de söylemez ama bu bilmediği, hissetmediği veya yaşamadığı anlamına gelmez. Aşkın gücüne "mus" gücü kadar inanır. Büyü karışımlarında bol bol aşk kullanır etkili seslere ulaşmak için. Elbette kimya ve fizik gibi doğa bilimlerinde oldukça ehildir ancak yaşadığı dünya bizimkinden çok farklıdır, bizim fizik kuralları orada işe yaramaz oysa Mus Büyücüsü diğer dünyalara da etrafta sesler olduğu sürece hemen uyum sağlar ve çok hızlı öğrenir.

Bazen kendi bedeninden de sesler çıkarır ancak bunu kraliçeden başka kimse duymamıştır. Ona göre sessiz olmak, sese yola açmak için bir önkoşuldur. Uzun zamandır yanına bir çırak aramaktadır ve Segaku ile Yakao'nun seyahatinde yeri çok da önemli olacaktır.

Monday, May 24, 2010

Yaşamla ölüm arasında


Yeni geldim İspanya'dan, Get-in konferansından...

Ben bu işlere hep yine İspanya'da beş yıl önce bir proje toplantısında tanıştığım değerli dost ve meslektaş Henk sayesinde başladım. Projenin son günü hep birlikte yürürken Henk ve ben gruptan arkada kaldık sohbet halinde. 50'lerinin son yarısında bir Müzik öğretmeni Henk ama aynı zamanda yaşadığı yerin brass band'inde tromboncu, bir diğerinde şef. Sabahları sporunu yapar, birbirinden güzel iki kızı ve eşiyle oldukça huzurlu bir hayat yaşar. Peynire allerjisi vardır, sağlıklı beslenir, her Avrupa'lı kadar bira içer. Çok kültürlü bir okulda bir sürü farklı kökenden gelen öğrenciyle müziği paylaşır, onlardan öğrenir, uluslararası projeler yapıp öğrencilerine şu koca dünyanın minik köşelerini göstermeye çalışır. Okulun gidişatına, ülkesindeki artan milliyetçiliğe, küresel iklime herkes kadar takılır, herkesten az fazla endişelenir gençler için. Bana "my sunshine" der ben de ona "my handsome", deli fikirleri vardır ve onları gerçekleştirmek için - ki her biri en az bir öğrencinin hayatını harika etkiler - iyi bir ekip gerekir. İşte bu yüzden Henk ortada işi yapan gibi görünmese de büyük ihtimalle iyi görünen fikirlerin bir kısmının ardında onun pırıl gönlü vardır.

Henk biz tanıştığımızda kanserdi, cilt kanseri. Yıllardır kontrol altında tutulan, iyi bakılan gönlü hoş tutulan bu kansere karşı savaş gayet iyi gitmekteyken bir kaç hafta önce kanser güçlü birliklerle geri geldi. Şimdi burda ne kadar iyi adamdı geyiği yapmıyorum yanlış anlaşılmasın; Henk hala harika bir adam ve tüm ihtişamıyla çok da başarılı günler geçirdik konferansta. Ardından bir sonraki için de daha iyi uğruna tartışmaya başladık bile. İşte burada paylaşmak istediğim tam da bu aslında. Bu insanlar cenazelerine ve seremonilerine çok çok değer veriyorlar, tıpkı ellinci yaşgünleri gibi ve Henk'in durumu artık doktorlar tarafından "yaklaşık bir yıl daha en fazla" şeklinde tarif edilince kemoterapi ve tedavilerden vazgeçiliyor, oturulup hep birlikte konuşuluyor, planlanıyor, ailenin yaşamının devamı, çocukların geleceği, işyerinin durumu, arkadaşlar, görevler elden geçiriliyor. Planlanıyor. Bir yandan da cenaze töreni...

Henk bu durumuna rağmen konferansa gelmek istediğini söylüyor, eş dost, iş arkadaşları birbirinden özel adamlar bence (her anlamda, hataları ve huysuzluklarıyla da güzeller) herkes iş bölümü yapıyor, Henk'in odasının sağında solunda birer kişi kalıyor, sabahları biri giydiriyor, diğeri yıkanmasına yardımcı oluyor, bir diğeri akşam yatmasına... Henk hiç yalnız kalmıyor, ben fotoğraflar çekiyorum, müzik konuşup yanında oluyorum, her yemekte hemen yanıbaşında kadeh kaldırıyorum, sabah yürüyüşlerine eşlik ediyorum, Miguel yemeklerinden sorumlu, Alex konferans fikirlerinden, işinden, insanlarla konuşurken yorulduğunda Alex ve ben hemen giriveriyoruz koluna. Bunların hepsi güzel, hepsi değerli ve bu şekilde gerçekten her anın tadı çıkıyor hep birlikte. Zaten bu network her zaman böyle tuhaf biçimde ahenkli ve özel bir işbirliğiyle yürüdü. Kocaman bir aile olduk sonunda. Aramızda olmayan veya olamayan ortaklar vardı bu kez ama yine de en yakın ve sağlam ekip ordaydı, bir Portekizli bir İspanyol, iki Türk, dört Hollandalı. Fıkra gibi di mi?

Öbür taraftan hala cenaze töreni planlanıyor. Bu fotoları kullanalım, jenerik müziğimiz yine aynı kalsın "noir desir, rüzgarın estiği yere"... Günler çalışarak planlayarak yaparak ve yine planlayarak geçsin, şu projeler yazılsın bunlar tartışılsın, bilmemkim aransın fon sorulsun, cenazede bu da olsun, müziği şu olsun... Henk planlı biçimde ölüyor. "Biliyorum" diyor, sözünü kesiyorum; tamam tedbirli olmak önemli, planlı olmak çok pratik ama ölümünü bilemezsin, yaşamını da. Hangimize ne zaman ne olacağı belli olmaz, herşeyi söyle bunu söyleme, ölüm de doğal ama bilinmez.

Alex ve ben alışamadık. Tüm planlara, dakikliğe, tartışmalara, şıklığa, takıntılara, detaylara, zorluklara alıştık da şu cenaze törenine alışamadık. Tamam orada oluruz dedik ama biz Henk'le şimdi o yaşarken birlikte olalım istedik, planlamanın bu kadarına alışamadık. Benim tanıdığım Hollandalılar kendileri için "ajandalarına yazdıkları kadarını yaşar", "tuvalet saati bellidir", "yarınını bilmezse yaşayamaz" filan gibi laflar ederler hep, anladığımı sanırdım meğer anlamamışım, abartı değilmiş, görünen o ki planlamadan ölmek de istemiyorlar. Peki bu Bilim Teknik'te yazanlar nolucak? Hücrelerimizi sevelim çünkü onların da dili var ve duygularımızı bizi dinleyerek hasta olabiliyor veya mucizevi biçimde iyileşebiliyorlar. Peki Henk hücrelerine "yola devam" dese gerçekten ve ajandasına da öyle yazsa o zaman değişir mi yaşamının süresi? süresi değişmese de yaşadığı anların kalitesinin ve yoğunluğunun çok değişebileceğini sanıyorum, keşke denemeye ikna edebilsem diyorum.... ama nasıl?

Bir insana gel sen şimdi planlarını değiştir de ölme nasıl der? Bir Hollandalı'ya sen de biraz bana benze, az Akdenizli ol, içine biraz doğu kültürü serp ve böyle inan nasıl denir?

Kimseye bir şey denmez. Kimse kimseyi dinlemez, herkes kendi bildiğini eder sonunda elbet. Hayat böyle gelir, bir şekilde de gider, planlasak da planlamasak da ölücez eninde sonunda, neyse ki sonsuz değil yaşam yoksa çok zor olmaz mıydı değişim?