Tuesday, August 3, 2010

Sanatçının Yolu


"Hayatımda bir şekilde sanat olmazsa olmaz", veya "benden süper ressam olurdu ya ah işte hayat.." ya da "deli gibi heykel kolleksiyonu yapardım çok param olsaydı, her baktığım heykel beni öyle etkiliyor ki..." diyenlere şiddetle tavsiye edeceğim bir başka kitap ve deneyimden bahsedeceğim bugün.

Bendeniz bir kaç yıl kadar önce, her gün sözde sekiz beş gittiğim ama nedense gece yarılarına kadar çalışıp hayatımın tek merkezi haline getirdiğim işim ve bir yandan danışmanıma ve dünyaya rağmen yazmaya çalıştığım tezimle uğraşırken geceleri kabuslar görmeye ve genel bir baş ağrısı ile evli yaşamaya başlamıştım. O zamanlar bir kangren birlikteliği bitirmiş, huzura erdiğimi, yeni bir birliktelik kapıdayken mutlu olduğumu ve baş ağrılarımın geçeceğini zannediyordum. Ama ne baş ağrıları geçti ne de kabuslar. İşte yine böyle bir kabus gecesinde nefes nefese uyandım. Efenim ben kırmızı acayip zarif ve şık bir elbisenin içerisinde, loş ışıkların masaları hafif aydınlattığı eski Amerikan filmlerinde Jazz konserlerinin verildiği kulüplere benzer bir salonda, smokinli garsonlar kadife masalara içki servisi yaparken, sahnede kuyruklu piyano başında bir delikanlı tıngırdarken, kontrabasın sesi kulakların pasını atıp dinleyicileri benim parlak sesime hazırlarken, yani müzik olaya giriş yapmışken, ben de sahneye tam adım atıyorken sevgili genel müdürümün sesini duyuyorum: "Ayşe'cim şu yazıyı yetiştiriver de öyle çık sahneye"... Elbette yutkunup koşarak bilgisayar başına geçiyorum ve hızla bana verilen işi tamamlıyorum, üzerimde kırmızı seksi konser elbisem... Adama teslim edip hızla sahneye yöneliyorum, tam çıkıcam annemin sesi geliyor bu sefer "Ayşe'm proje taslağını bilmemkime yolladın di mi? Bak bu çok önemli bir proje hem sana da çok iyi tecrübe olacak, aman tarihlerini de netleştirmeyi unutma". Amanın! Koşarak yine bilgisayar başına, apar topar mail atmalar, taslak düzeltmeler. Tam bitti nihayet diyip koşarken yine bizim genel müdür "yahu ne oldu benim açılış sunumu? bana not sayfasını da bastın mı?" I ıh, bas demedi ki, neyse bi koşu gidip baskı makinasına yapışmalar, alet bozulur kağıt sıkışır bir türlü çıkmaz, bizim elemanlar gitar solo, kontrabas hamleleri, piyano tuşlarının tatlı sert tınıları filan derken misafirleri bir yere kadar oyalabilir tabii ki... İşte kabusum, ben bütün gece kıvranıp o sahnenin ikinci basamağından öteye gidemiyorum ve işin kötüsü bu kabus aylarca her gece aynı şekilde devam ediyor, hep aynı... ikinci basamak... o kadar... oysa mikrofon elimi uzatsam tutacağım mesafede... ikinci basamak... hepsi bu...

İşte bu kabusu görmeye başlayalı iki üç ay olmuştu ki, o zamanki yeni arkadaşa gecenin bir yarısı telefonda ağlarken kendisi bana bir kitap önerdi, benim derdimi bu kitabın çözebileceğini söyledi, "mutlaka bakmalısın hemen mail atıyorum" dedi ve ben gittim bilgisayar başına. İki hafta sonra tezi bıraktım çünkü hayatımı bu alanda kurmak istemediğimi itiraf edebildim kendime. Bir yıl içinde de işimi yarı zamanlı olarak azalttım ve müzik adına bulaşabileceğim hemen her yere bulaşmaya başladım. Bunların en değerlisi de KeKeÇa oldu elbette. Hayatımı tamamen değiştirdi ama şimdi buna girmeyeceğim, bu bambaşka bir bolg konusu ve umarım yakın zamanda çıkacak içimden sizlerle paylaşmak için.

Kitabın adı "the Artist's Way - A Spiritual Path to Higher Creativity" (Sanatçının Yolu, Daha ileri yaratıcılık için ruhsal bir patika), yazarı Julia Cameron. Kısaca ablanın bu noktaya gelişini anlatayım: Kendisi bir yazar, Amerika'da reklam metinleri, senaryolar, yayıncılarla anlaşmalar derken takır takır yaratıcılığını döktüren Julia bir dönem tıkanıveriyor. Hiçbir şey yazamıyor, işler sıkışıyor, stres artıyor ve Julia bu durumla bir türlü başa çıkıp kendini aşamıyor, içkiye vuruyor biraz, biraz dinleniyor ama nafile. Sonunda pılını pırtını toplayıp Meksika'da dağ manzaralı küçük bir eve kapanıyor. Niyeti kendini iyileştirmek ve tekrar yazabilmek. Gel zaman git zaman çeşitli deneme ve uğraşların sonunda on iki haftalık bir çeşit terapi buluyor. Kendisini iyleştirmekten öte dünya üzerinde pek çok benzer vaka için de harika bir çözümle ortaya çıkıyor. Hatta sadece sanat ile uğraşan yaratıcılıkla yaşayanlar dışında bir de "gölge sanatçı" diye adlandırdığı, aslında doğası itibariyle sanatçı olması gereken ancak bireysel, toplumsal, sosyal veya ekonomik nedenlerle sanatçı olamamış ve tabii ki hayatında bir türlü gerçekten mutlu ve tatmin de olamayan benim gibileri de iyileştiriyor bu on iki hafta ile. İşte Sanatçının Yolu kitabı bu on iki haftalık çalışmaları topladığı, hatta internetten de dağılsın, herkes faydalansın diye telif haklarını filan da pek iplemediği bir değerli eser. Ziyadesiyle takdir ediyoruz Julia'nın bu tavrını ve duruşunu.

Bu eserden benim çok işime yaramış olan - tabii benim gibi binlerce insanın işine yaramış olan demek lazım - bir iki önemli çalışmayı aktaracağım ama daha fazlası için lütfen kitaptan edinin, websitesini, forum ve bloglarını takip edin ve deneyin, çok şey kazanacaksınız diyerek size bırakacağım. Çünkü bir müsibet bin nasihatten iyidir derler.

Julia kitabın başında referanslarıyla birlikte bu alandaki önyargılar, sıkıntılar, tanımlar ile kendi fikirlerini destekleyerek paylaşıyor. Daha sonra iki tane çalışmayı düzenli ve ömür boyu yapmayı öneriyor. Ayrıca her hafta için de bir sorun, önyargı veya sıkıntıyı ele alıp onun üzerinde yoğunlaşan on tane etkinlik - ödev veriyor. Her hafta en az yedi tanesini tamamlamanızı istiyor. On iki haftanın sonunda kendinizi değişmiş ve daha mutlu, daha yaratıcı bulacağınıza eminim. Şimdiye kadar işe yaramadığı olmamış üstelik.

Efendim bu iki genel ve çok değerli çalışmanin ilki şöyle: Her gün sabah kalkar kalkmaz kahvaltı bile yapmadan tam 3 sayfa yazı yazmanız gerekiyor. Ne yazdığınız hiç önemli değil, önemli olan 3 normal sayfa (not defteri, minik günlük değil adam gibi üç sayfa) yazmak. İsterseniz sadece "ne yazacağımı bilmiyorum" cümlesini tekrarlayın fark etmez. Zaten en geç bir haftanın sonunda o üç sayfayı doldurmak zor gelmemeye başlıyor, bir ayın sonunda filan da artık deftere yazmadan güne başlayamıyor hale geliyorsunuz. Bana başlarda ilginç geliyordu şimdi ise çok akla yakın ve bilimsel olarak da gayet sağlıklı geliyor. Bildiğimiz kadarıyla beynimiz, gün boyu yaşadığımız, öğrendiğimiz şeyleri veya karşılaştığımız sıkıntıları özellikle hipokampüs kısmında kısa süreli belleğe alarak depolar. Bir nevi hızlı işlemci durumu, çünkü hayat devam etmektedir ve iş çoktur. Ancak tüm bu yığın biz uykuya daldığımızda beynimiz tarafından yeniden ele alınır, beynin çeşitli farklı bölgelerine yerleşir, sorunlar kurcalanır, çözümler aranır, öğrenilenler içselleştirilir vesaire... Yani özetle beynimiz bir uyurken yoğun biçimde günü toparlar, bizi ve hayatımızı yeniden gözden geçirir. Sabah kalktığımızda bazen bu süreç yoğun ve zorlu ise kendimizi yorgun hissederiz hatta. İşte sabah kalkar kalkmaz hiç bir deneyim yaşamadan ve güne başlamadan yazılan "rastgele" veya "kafasına buyruk" ya da "abuk sabuk" denilebilecek üç sayfa aslında beynimizde kalan ve yerleşip çözülememiş olanları, bizi rahatsız eden, kafamızı kurcalayan ama bizim fark bile etmediklerimizi deftere aktarmak anlamına geliyor. Aslında bilinçli biçimde sorsalar aklınıza gelmeyecek ama sizin kafaya fark ettirmeden takılmış irili ufaklı pek çok sıkıntıyı, arıza yaratmadan bünyenizden atmanızı sağlıyor özetle. Yazmaya başladıktan bir süre sonra artık kelime ve cümleleriniz belirgin biçimde hal değiştiriyor ve oldukça ciddi dertlerden söz eder hale gelebiliyorsunuz. Aynı zamanda saçma sapan küçük arızalarınızın da farkına varıyorsunuz. Bu çalışmanın olmazsa olmazları her gün sabahtan üç sayfayı doldurmak, bunları asla kimseyle paylaşmamak ve bir daha asla dönüp onları okumamak. Unutmayın bu bir edebi eser değil, günlük hiç değil bu nedenle kimsenin (siz dahil) bir daha okumayacağını bilmek çok çok önemli işe yaraması için. Burası sizin bir nevi zihin ve yürek çöplüğünüz haline gelebilir çünkü. Sağlıklı olan kısmı da bu. Bu yüzden en az bir yıl asla geri dönüp bakmıyorsunuz, hatta mümkünse hiç bakmıyorsunuz. Sadece bu çalışmanın bile insanı nasıl daha sağlıklı hale getirdiğini kelimelerle anlatamam, deneyin görün.

İkinci genel çalışma da haftada bir kendinizle "date" etmek. Evet evet, gerçekten kendiniz için özel birşeyler yapmak, kendi kendinize, kendinizi şımartmak için, kendinizle koklaşmak için. Akşam yemeğini evde tek başına yemekten bahsetmiyoruz, eğer mum ışığında, en sevdiğiniz yemek ve içkiyle ve en sevdiğiniz bir buket çiçek de yanında eşlikçi değilse tabii. Sinemaya gitmek veya boş zamanınızda kendinizi alışverişe çıkarmaktan da bahsetmiyoruz. Kendinizi özel hissetmenizi sağlayacak, normalde yapmayacağınız veya yapmadığınız birşeylerden bahsediyoruz. Mesela ben bir seferinde fotoğraf makinemi alıp düştüm sokaklara bir turist gibi. Bunu hep yurtdışından misafirlerim geldiğinde onları ağırlamak için yapıyordum, hep onların fotoğraflarını çekiyordum, onları gezdiriyordum filan. Fark ettim ki aslında ben bir turist gözüyle kendi şehrimde dolanmayı seviyorum ama bunu hep başkaları için yapıyorum. Kendim için böyle bir gün hazırlamaya karar verdim, rotamı çizdim, kitaplardan okudum sanki hiç bilmiyormuş gibi, sonra da döküldüm yollara elimde makinayla. Gezerken kendimi çekmek istediğim yerlerde ya zaman ayarı ve tripotla çektim veya mümkünse bir yabancıya verip kendimi çektirdim. Bunlardan biri facebook'ta en çok beğenilen fotoğrafım oldu sonradan, akan zamanın ve şehrin önünde gökyüzüne gülümseyen bir ben. Ne güzel bir flört halidir kendi kendimle yaşadığım.

Peki ne oluyo bunları yapınca? Valla başkalarına ne olur bilemem ama benim kendime güvenim, saygım ve sevgim tazelendi, hayata çok daha olumlu bakmaya başladım, yaptığım hatalar için kendime daha az yükleniyorum artık, mükemmelliyetçiliğim, yüksek beklentilerim yerine hayallerim ve bağışlayıcılığım geldi çoğaldı gibi hissediyorum. Yalnız olmak beni artık ürkütmüyor, ben benimle olduğum sürece hayata daha hazırım, hatta çok daha keyifli yalnız olabilmek. Daha güçlü değilim belki ama gücümün daha çok farkındayım. Kendime daha çok şaka yapabiliyorum, bazı şeyleri ciddiye alıp arızalanmıyorum, ya da daha az arızalanıyorum. İnsanların zayıflıklarına karşı daha anlayışlıyım sanki, günün getirdiklerini olduğu gibi kabul etmek için daha bilinçli bir çabam var, zorla oldurmaya çalışmıyorum hayatı. Daha da sayarım aslında ama okumaktan sıkılma ihtimalinizi azaltmayı deneyeceğim.

Bunlar dışında haftalık yapmanız gereken, genelde yazılı çalışmalara dayanan, ara sıra çizim ama bol bol da düşünme gerektiren onar tane etkinlik var her hafta için. Sanatçı olun olmayın, bu kitabı edinin, kendinizi on iki haftalık bir seyahate çıkarın bu çalışmalarla, hem de çok para bayılmadan, günlük yaşamınız devam ederken yapın bunu. Hatta çocuğunuza yaptırın olabilir gibi gelenleri. Başkalarıyla da paylaşın Julia'nın dediği gibi, herkes faydalansın. Tabii günlük defterlerinizi değil! :)

Eğer bir fark göremezseniz hayata bakışınızda, yaratıcılığınızda, kendinizle ilişkinizde ve elbette "öteki"lerle ilişkilerinizde o zaman bana da Julia'ya da bunu yazın çünkü henüz etkilenmeyen yok diye biliyoruz. Üstelik bu etki gerçekten çok işinize yarayabilir, hayatınızı güzelleştirebilir, sizin değerinizi hem siz hem de dünya için artırabilir. Denemeye değer di mi?

Kitabın adı: The Artist's Way. Yazarı: Julia Cameron
Websitesi: http://www.theartistsway.com/