Monday, February 11, 2013

Büyük büyük örtmen...

Üniversiteye giderken bana kapıda öğrenci kimliğimi bir türlü sormazlardı, ne zaman göstermeye çalışsam "estağfurullah hocam ne demek buyrun!" derlerdi güvenlik görevlileri... inanılmaz bozulurdum bu duruma, tamam yaşım diğer öğrencilerden iki üç fazlaydı ama bu kadar da değil yani!

Yüksek lisans yıllarında beyin denen nesneye olan merakım, insan, genetik, kalıtım, yapı, çevre, aile filan derken öğrendiklerimden sonra bir gün yine okul girişinde "günaydın sayın hocam" diyen görevliye baktım ve uyandım! Üç nesil eğitimle uğraşan bir kadınlar kuşağının en genç olanıyım ben!!! Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına giren tilkiyim. En iyi becerdiğim şey öğretmek olmayabilir, hatta şu anda öğretmek kelimesinin geçerliliğine bile inanmıyor olabilirim, öğrenmeyi sağlayabilmek için kırk bin takla atmayı göze alanlardan da olabilirim, hatta tüm bu hallerimi değiştirip durabilirim ama değiştiremeyeceğim bir şey var: Suratımdaki "Süha öğretmen" ifadesi... Tabii ki "örtmen" suratım olacak, tabii ki bana kapıda güvenlik görevlileri hazırolda durup bakacak, suratımdan, yürüyüşümden, dudak kenarı kıvrımımdan akıyordur benim örtmenlik, kaçışı yok ki bunun!

Süha örtmen... yüzlerce adamın ve kadının emektar örtmeni, Füsun ve Belma'nın annesi, Ayşe ve Eren'in anneannesi... 1926 doğumlu, Konya'nın Ereğli'sinde annesini erken kaybedip zorlu şartlarda ve müftü dedesinin desteğiyle okuyup öğretmen olan Süha... Hem kardeşlerine bakan, hem başarıyla memlekete eğitim adına hizmet vermek için didinen Süha... Sırtına dedesinin yüklediği yatak döşeği, iki parça giysi ve bir kitapla evden çıkıp başka şehirlere gidip öğretmen olmak için ter döken Süha... Hayatı boyunca hiç adam olmayacak onlarca adamı 'döve döve' adam edip yurtdışlarına okumaya gönderen Süha... Yardımsevenler dernekleri kuran, çocuklar okutan, yetime yoksula hep kol kanat geren büyük önderin takipçisi Süha... Süha, Fransızca öğretmeni...  (bu fotoğrafı 1975 Ankara İmam Hatip Lisesi'nin bir yemeğinden, o zamanlar İmam Hatip Lisesi'nde görev yapan eğitim neferi Fransızca öğretmenine ve fondaki kadınların modernliğine, şıklığına dikkat çekmek gerek!!!)

Zor kadın Süha, hayatının her anında güçlü, yardımsever, ilkeli, katı ama sıra torunlara gelince az biraz şefkatli kadın. Yok, oturup onun bütün hayatını anlatmayacağım tabii ki, ama bir iki kulak misafiri olduğum, sonradan öğrendiğim anısını paylaşacağım.

Bir hayli zaman önce hepimizi topladı dedi ki "aile soyağacı çıkarıp düzenlemek lazım, büyük aileyi, sülaleyi biraraya getirmek lazım, ben elden ayaktan kesilmeden bu işi yapmazsam kimse yapamaz benden sonra, birbirinizi bulup tanıyamazsınız bile, aynı anne babadan kimler kimler olmuş bari hayatınızda bir kere görün"... Gördük, tanıştık. Teyzem çok uğraştı ona yardım etmek için, sonunda tüm sülale, Ereğli'de büyük bir bahçede biraraya geldik, sülaleye dahil herkesi oraya getirtti anneannem, büyük şölen yapıldı, kocaman bir soyağacı çizildi hazırlandı, bir ara kahve yapmaktan kafamı kaldırmayı başardığımda bahçede annemin önünde yirmiden fazla insan gördüm, ellerinde kahve fincanları fal baktırmak için sıraya girmişlerdi, anneanneme gidip napıyor bunlar diye sordum, canım çıktı kahve yapmaktan, herkes ikişer üçer içiyor galiba bunları dedim, meğer annem kendi yöntemiyle nasihat ediyormuş (fal bakarak!), hayat dersleri veriyormuş ama sanmazmış ki anlasın bu cahiller! Belli ki en çok kendi ailesine, kardeşlerine filan köpürüyor adam olamadılar diye, eh tevellüt yetmemiş anneannem, nesil olarak seninle aynı kalmışlar, onları kurtaracak bir Süha çıkmamış!


Annem ortaokul, lise civarlarındayken okulun en yakışıklısına (kendi zevkine göre herhalde) pek bir hayran, ama içten içe tabii, o zamanlar şimdiki zamanlar gibi değil. Eh, oğlan da boş değil sanki ama anneme pek de açıkça pas vermiyor. Kolay değil tabii, koskoca Müdür Yardımcısı Süha Bingöl'ün kızına yanaşılır mı öyle? Yok, yanaşılamaz. Oğlan da naapsın, gel zaman git zaman düşünüyor, kıza bir mektup yazıp hislerini açıklamaya karar veriyor. Mektup Süha'nın eline geçiyor (ahhh sen o kadar uğraş sonra kaptır mektubu, hem de en korkulacak kadına, kızın annesine, eli sopalı müdür yardımcısına!). Süha gayet sakin, çağırıyor oğlanı odasına, çekiyor kenara ve nasihat ediyor; "sen efendi çalışkan çocuksun, kibarsın, böyle şeyler sana yakışmaz. Sen şimdi bu meseleyi bağrına bas, git üniversite oku, sonra gel kızı iste veririm sana, ama o zamana kadar muhabbet münasebet yok, ikiniz de önce okuyun adam olun sonra bu işler" diyor. Eh, emir büyük yerden, bizim oğlan çıkıyor odadan tırıs tırıs, başı önünde gidiyor. Annem tüm bunlardan habersiz bir süre daha göz süzüyor oğlana, sanıyor ki oğlan onu sevmiyor, bir zaman sonra AFS ile burs kazanıyor (ne tesadüf!) ve annesi O'nu lise sonu okumak için Amerika'ya gönderiyor, Konya Ereğli'den bir hayli uzağa... Annemin ilk Amerika macerası ayrı bir destan, ama bir yıl sonra döndüğünde Ankara'ya, üniversiteye gidiş, babamla tanışma, büyük aşk derken minik bir kız çocuğu filan, hayatın gidişi annem için değişiyor... Oğlanla bir karşılaştıklarında annem ona görüşmelerinin iyi bir fikir olmadığını, annemin sevdiği biri olduğunu söylüyor. Oğlan, bir kaç yıl önceki gibi yine başı önünde tırıs tırıs uzaklaşıyor garibim... Aslında anlaşılan çok da uzaklaşmıyor, anneannem hep nerede olduğunu biliyor, oğlan her yıl öğretmenler gününü, bayramlarını kutlamak için arıyor, ziyaret ediyor öğretmenini. Hatta anneannem bir kaç kez beni ona götürüyor, Ankara'daki dükkanına, iade-i ziyarete... Adam için durum ilginç, hiç evlenmiyor, annemi sevmekten vazgeçmiyor, hep yakın ama uzak süzülüyor hayatta. Tüm bunlar, bir iki yıl önce, bir okul buluşma yemeğinde yeniden karşılaştıklarında ve tekrar görüşmeye başladıklarında çıkıyor ortaya, bizim Süha o zamanlar sağ, yaz tatilini bizim yazlıkta geçiriyor Silivri'de. Yine onu ziyarete gidiyor oğlan, annem de orada, komik bakışmalar, iç geçirmeler... Annem sonunda merakına yenilip soruyor, zamanında böyle böyle olmuş doğru mu diye, bizimki cevap veriyor: " Demişimdir, doğru demişim hem!" Annem az daha ileri götürüp "bak anne bunca yıl sonra köprünün altından ne sular akmış, şimdi gelip istese verir misin beni?" diye soruyor, Süha yanıtlıyor: "Veririm tabii, efendi, akıllı, çalışkan çocuk, daha iyisini mi bulucan?" Neyse ki oğlan istemiyor, annem de "verilmiyor". İyi ki o zaman da "verilmemiş" annem, benim akıllı anneannem annem için en iyi olan diye düşünüp onu hep okumaya, Ereğli'den çıkmaya ve büyük işler yapmaya itmiş. Sıradan olmasın diye uğraşmış, aslında sadece annem için değil herkes için, kendi öğrencisi olsun olmasın, her bir oğlan ve kız çocuğu için....

Yine aynı yaz, çok yaşlı, elden ayaktan kesiliyor yavaş yavaş, yitip gidecek diye düşündüm, Silivri'de onu ziyaret edip video kamerayla karşısına kuruldum, röportaj yapayım dedim. Sonra baktım annem daha iyi bir muhabir, hem daha iyi bilir onu, dedim "anne sen sor anneannem anlatsın"... Bizimkilerin ikisi de saçlarını taradılar, üstlerine başlarına çeki düzen verdiler, yanyana oturdular anne kız, başladılar muhabbete... bir an geldi ben dayanamadım patlattım soruyu: "Anneanne senin için eli sopalı sert öğretmen diyorlar, herkes korkuyormuş senden, çok saygı duyup seviyorlarmış ama korkuyorlarmış da, çok döver miydin? nasıl döverdin?" ... Sinirlenince çocukken geçirdiği felcin etkisiyle gözlerinden biri şehladan şaşıya döner anneannemin, o gözleri kayarken gördün mü kaçacaksın! Döndü bizimkinin gözleri tabii, "hiç dövmem ben canım!" dedi, yanında oturan annem de (ki kamera onu da çekiyor tabii) onaylayan bir surat yaptı, gözlerini başka türlü devirdi ve olay anlaşıldı ki kimse konuşamayacak bu konuda, ama bizim eli sopalıı öğretmen sıkı vururmuş orası belli. Ben de taktım ya, öğrenicem, didiniyorum teyzeme anneme yapışıp, kimbilir ne komik anıları vardır diye, Hababam Sınıfı ile büyüyen nesilim ben, komik olmalı hikayeleri, ama öğrenemiyorum... Sonunda öğrendim, geçen yaz cenazesi için Ereğli'ye gittik, teyzemle camiinin yanındaki kahvede zaman öldürüyoruz, gelen giden bol, teyzem bol bol ağlıyor, beni insanlarla tanıştırıyor, çocukluk anıları depreşmiş, zor ama unutulmaz anlar... Yanıma yanaşan teyzelerin amcaların bir kısmı (tamam kabul büyük kısmı), rahmetlinin ne kadar değerli bir hoca olduğunu kendi hayatlarını ya da kardeşlerinin hatta anne babalarının hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatırken her seferinde tatlı tatlı bir de dayak hikayesi eklemeye başlayınca öğrendim. Cetvelle vururmuş, avuç içine vururmuş, klasikçilerdenmiş, ama çok kızdırırlarsa elle de surata sıkı patlatırmış. Nedenleri daima dürüstlük, çalışma, azim amaçlı olurmuş, yalana, tembelliğe ve kötülüğe katlanamazmış, geçiriverirmiş...

Süha'nın pek yorgun son zamanları, unlar elenmiş, elekler asılmış, evden çıkılamıyor, yataktan pek kalkılamıyor, beden küçülüyor ama zihin eskisinden büyük, tam randıman çalışıyor inanılmaz bir güçle, eh yine de ara sıra beyindeki bazı merkezlerin kontrolleri, becerileri değişiyor, gitgeller oluyor... Eniştem geliyor eve, yine sesleniyor "Denizkızı Eftelya'm nasılsın bugün?" diye, anneannem cevaplıyor zar zor... Sonra eniştem devam ediyor sohbete:
- "Kaç kızın var senin?" Anneannem eliyle işaret ediyor iki diye, sesi yorgun, sonra isimleri sorulunca söylüyor. 
-"Peki kaç torunun var?"  Yine keyifle isimelerimizi söylüyor, Eren Belma'nın oğlan, Ayşe Füsun'un kız...
- "Kaç koncan var?" Yine sayılıyor sırasıyla, herşey yerinde...
- "Peki şimdi kaç sevgilin var?" diye soran eniştem muzurluk peşinde değil aslında, espiri olsun yüzler gülsün diye soruyor büyük ihtimal, ve sonra alıyor yanıtını:
"-2!"
!!!! Evet, 1926 doğumlu değerli emekli öğretmen Süha'nın iki sevgilisi varmış meğer!! Ne oldum demeyeceksin hayatta arkadaş!!

18 yaşımda evi terkettim, tüm ailem beni anneme "döndürmeye" çalışırken bir gün kendi evimin kapısında anneannemden not buldum: "geldim İstanbul'a, seni görmek istedim, annende kalmıyorum Meral teyzendeyim, ara randevu al, gel beni gör". Ne yalan söyliyim korkumdan arayamadım iki gün ama sonra, aramazsam daha beter olur, hem korkunun ecele faydası yok, hatta şey olmuş şeyin davası olmaz filan diye diye aradım, kalkıp gittim ziyaretine. Bana bir kitap uzattı hediye, "yüreğinin götürdüğü yere git", Susanna Tamaro... "ben konuşmayı beceremem, yazamam da ama bu kadın iyi yazmış" dedi, "hem de tam bizim gibi üç nesil kadınlar üzerinden yazmış, anneannenin torununa söylemek istediklerini yazmış, al oku, ben demişim gibi oku"... Ben eve döndüm şaşkın vaziyette, hiç kızmadı, beni anladığını ve onayladığını söyledi, hatta cesaretlendirdi 'yüreğinin götürdüğü yere git' diye. Bir süre sonra; bir elimde kitap diğerinde kahve, geçtim evin (bir tek göz odacık aslında ilk evim) köşe minderine başladım okumaya. Kitabı açınca içinden bir zarf düştü, baktım adım yazıyor "seni çok seviyorum canım kızım" notuyla beraber, içini açtım, tam sekiz aylık kiram kadar para! Hemen gündüz işimi bırakıp bir gece işi bakındım kendime ki üniversiteye devam edebileyim... Daha nice maddi manevi desteği var elbette ama kimse bana inanmazken inandığından mıdır nedir ayrı bir yer etti içimde...

Örgü örmeyi öğretti bana iki kez, ilki küçükken yazlıkta ama ben sonra devam ettiremedim unuttum, ikincisi yaklaşık 10 yıl kadar önce. Kalp krizi geçirdi, atladık gittik yanına, annem, teyzem, ben biraz duralım yanında dedik, birinci gün yün ve şiş aldım "hadi öğret şimdi hazırım işte" dedim, örmeyi öğretti hemencecik, hala örüyorum, büyük keyifle kış günlerimin film yanına çerez keyfi, beni evimde hissettiren samimi bir meditasyon örgü... ikinci gün de zılgıt yedik: "bir daha bana onu yeme, bunu yapma, yok dışarı çıkma, kendini yorma filan demek yok, oturun karşıma da dinleyin, benim çoktan ölmüş olmam lazımdı, ben bonus hayatlarımı yaşıyorum zaten, onları da kısıtlı yaşayacak değilim!" ve o sene çok gezdi, iki hafta sonrasında Kuşadası'na gitti emekli öğretmen arkadaşlarıyla ve devamında daha da çooook gezdi...

Eğitim dünyasında ilk işim, yeni başlamışım. Odada beş kızız, iki eğitim teknolojileri uzmanı, bir program geliştirme uzmanı, iki yaratıcı drama öğretmeni, keyifli bir grubuz "Öğrenme Merkezi"nde, o zamanlar cicim ayları, bölüm yeni kurulmuş filan... Bir e-posta geldi, açıp baktım ki Süha'dan!

"Sevgili Aysecigim,
Bugun 1 Nisan ve son sakayi ben yapmak istiyorum. Gordugunuz gibi sanal anneanne oldum. Artik bana mesaj gonderebilirsiniz. Sizleri cok seviyorum ve basariniz icin dua ediyorum, varliginiz beni mutlu ediyor.
Sizleri sevgiyle opüyorum.
Sanal anneanne Suha"
 
Bölüm olarak yerlere yattık gülmekten, ben birkaç gün inanamadım anneannemin bilgisayar başına oturup kendine bir e-posta hesabı açıp, hem Eren'e hem bana hem anneme filan e-postalar gönderiyor olmasına....

Kıssadan hisse (bu kez anneanneden):
  • Daima güçlü olacaksın, yılmayacaksın, yıkılmayacaksın. Hayat katlanılmaz sandığın acılar verebilir, hepsine katlanacaksın çünkü insan denilen mübarek, bu güce sahiptir. 
  • İlkelerinden, dürüstlüğünden, hayırseverlikten, adaletten yana olmaktan, zayıfı korumaktan, iyilik yapmaktan hiç vazgeçmeyeceksin. Çocuk okutacaksın, evlatlık edineceksin kendi çocuklarına kardeş (tabii çocuk doğuracaksın hala yapmadıysan), yetimlere yoksullara malını, aklını, yüreğini paylaşarak destek olacaksın. 
  • Kimseyi kandırmayacak, kimse tarafından da kandırılamayacaksın. Saksıyı iyi çalıştıracaksın, bilinçli olarak "iyi" ve "doğru" olacaksın, kazara iyi olana "saf" denir, sen saf olmayacaksın. 
  • Açık sözlü olacaksın, doğruları düşünüp görmek yetmez, doğruları doğru biçimde söylemek gerekir.
  • Okuyacaksın. En iyisi için çok çalışıp daha çok öğreneceksin, öğrenmenin sonu yok, durmayacaksın, etrafındakilerin durmasına da izin vermeyeceksin. Hayatta en kötü şey cehalet, cehalete taviz vermeyeceksin, savaşacaksın.
  • Dürüst, doğru ve zorlu yoldan başarılı olacaksın. Asla kolaya kaçmayacaksın. Ama başarı için uğraşacaksın, yan gelip yatmayacaksın.
  • İnanacaksın. Kendine, başkalarına, bilime, her neye inanman gerekiyorsa.... Körü körüne değil, bilerek öğrenerek, sorarak ve düşünerek, kanmadan, usuna güvenerek, ama inanacaksın. İnancını yitirirsen gücünü de yitirirsin, iyiliğini de yitirirsin. 
  • Daima güncelleyeceksin kendini, yeni teknolojileri takip edeceksin, keşifleri, icatları bileceksin, genel kültür daima tazelenecek, sanat yakından takip edilecek, desteklenecek. Kendini çok yönlü besleyeceksin. Topluma da iyi örnek olacaksın bu açıdan...
  • Yol yordam bileceksin, dünyanın neresine gitsen kurallara uymayı, görgülü davranmayı becereceksin. Daima bir hanımefendi gibi oturup kalkacak, daima sofrada en zarif ve görgülü davranan olacaksın. Bilmeyenlere adap, görgü öğreteceksin.Asla kamburunu çıkarmayacaksın, yamuk basmayacaksın ve daima bakımlı, zarif, şık ve kaliteli giyineceksin, öyle davranacaksın.
  • Kimseye muhtaç olmayacaksın. Kendine bakacak, özgür olacak, hatta başkalarına ayaklarının üzerinde durabilmeleri için öğütler verip destek olacaksın. Asla kimseye boyun eğmek zorunda kalmazsın, eğer her işini kendin görebilirsen, ki doğan, gücün ve becerilerin itibariyle istersen herşeyi yapabilirsin zaten.
  • Gezeceksin, insan ve kültür tanıyacaksın. Her fırsatta dünyanın başka bir köşesine gideceksin. Yeni insanlarla tanışacaksın, kültürlerini, dillerini, inançlarını, geleneklerini, bilim ve eğitimlerini öğrenceksin. Meraklı olacaksın.
  • Saygı duyacaksın. Kendine saygı duyulmasını istiyorsan hiç ayırt etmeden her canlıya saygı duyacaksın. Hayvanları da insanlar kadar koruyacaksın.
  • Çevrene iyi bakacaksın. Evini, odanı, dolabını, mahalleni, şehrini, ülkeni ve dünyanı temiz tutacaksın, tutmayanı uyaracaksın!
  • Dil öğreneceksin. Kendi dilini iyi konuşacak, doğru yazacaksın, başka dilleri de merak edecek, en az birini ana dilin gibi öğreneceksin, kullanacaksın. Daima başka ülkelerden arkadaşların olacak, irtibatını kesmeyeceksin. Her dil yeni bir dünyayı fethetmek demektir, bir tek kendi dünyanla sınırlı kalmayacaksın. 
  • "Mış" gibi yapmayacaksın. Her ne yapıyorsan işini ciddiye alacak ve düzgün, özenli, kaliteli yapacaksın.
  • Daima zamanın takibini bilecek, vaktinde davranacak, asla geç kalmayacaksın. Dakik olmak, işine, karşındakine ve kendine saygının en önemli göstergelerinden biridir.
  • Genç ve sağlıklı kalmak için keyif aldığın şeylerden, anı yaşamaktan, hayattan tat almaktan hiç vazgeçmeyeceksin. 
  • En az bir hobin olacak, ona ve daha fazlasına vakit ve emek ayıracaksın. Üreteceksin ki çoğalasın, çoğaltasın. Boş durmayacaksın.
ve bu liste böyle uzaaaarrr gideeerrrr..... Oldukça uzun, sağlıklı ve güçlü bir ömürün ardından yüzlerce dövüle dövüle başarılı yetişkin olmuş insan, korunmuş kollanmış çocuklar, kadınlar, değerli bir çekirdek aile ve pek çok ders kalır geriye... Herkese bu kadar dolu ve değerli anlarla dolu bir yaşam ve ötesini dilemek lazım....

(Fotolar: Belma Bayazıtoğlu tarafından, anılar heryerden...)



Kayıp giden yıldızlar yola devam ederler di mi?

Dün akşamüstü Kafka'da oturmuş (yok kendisi şahsen Kafka değil, sadece kafenin adı o) çay eşliğinde karşılıklı minik bir rol oyunu oynuyorduk... Nerden çıktıysa artık, ben bir hayli koyu karanlık, huysuz, nihilist olduğunu sanan ama anlamını pek bilmeyen, oldukça frijit yaşlı (aslında genç?!?) bir vampir kadın oldum... oyundan bir iki replik:
-"kaç yaşındasın?"
-"ne biliyim 300'den sonrasını saymadım...çok sıkıcı teker teker yıl saymak"
-"çok şey biliyor olmalısın?"
-"kimse hiçbirşey bilemez, sadece bildiğini sanır..."
-"ama bildiğin bir tek şey bile yok mudur?"
-"cık..."
-"ama mesela ben kendim varım biliyorum"
-"sana öyle geliyor olmayasın? benim için yok olman an meselesi mesela..."
-"hmm... tamam o zaman... en azından her sabah güneşin doğduğunu ve her akşam battığını biliyorum?"
-"güneş doğup batmaz, dünya döner hepsi bu... tüm gerçek dediklerin ilizyon... bilmek yok... hiçbirşey yok...herşey sen öyle olduğunu varsayıp düşündüğün için öyle, gerçekte öyle değil, büyük ihtimalle hiç değil, hatta en çok hiç..."

Olabilir... ama her sabah o güneş ben görsem de görmesem de beliriyor tepemde, ya da farklı bir deyişle sürekli o sıcak koca yıldızın etrafında dönüp duruyoruz, biz güneş diyoruz ona, başka bir zaman evrenin başka köşesinden bakan bir göz için sadece bir yıldız, belki birileri için çoktan toz bulutu ya da kendi felaketlerinin habercisi....

Olabilir... zamanı biz kurguluyoruz, bölüyoruz, topluyoruz, ayırıyoruz... ama yine de bazı zamanlarda daha parlak ortalık, gün geçiyor gece basıyor, bir karanlık ortalık... pırıl pırıl yıldızlar çıkıyor o karanlığın aralandığı her köşesinden evrenin... şimdi biz o yıldızların bazılarını kuyruklu yıldız olarak kırk yılda bir bizim gezegene yakın geçerken, anlık da olsa görebiliyoruz ya; hah işte o "kayıp giden" dediğimiz yıldızlar yollarına devam ediyorlar diye inanmak istiyorum. Dedemin, babamın, babaannemin, anneannemin, büyük teyzemin, büyük dayımın şimdi artık birer yıldız olduğuna, evrende özgürce salınmakta olduğuna inanmak istiyorum. Dali'nin de bir yıldız olacağına inanmak istiyorum. Kendim için önemli değil ama pek sevdiklerim için gerçekten en ön koltuktan sonsuz bir evrende bol huzur mutluluk dolu manzara diliyorum evrensel yolculuklarında...

Monday, January 31, 2011

Kendini nereye koyarsan oradasın ve beklentilerini düşük tut ki hayal kırıklığın az olsun söylemleri


İnsanlardan sana değer vermelerini beklemek adil değil, durup bekleyerek geçmez hayat... İfade etmek gerekiyor, hepimiz öyle ya da böyle yapıyoruz bunu zaten, çünkü er geç ihtiyacımız oluyor. Oluyor da nasıl anlatıyoruz? Trip atarak? Kızarak? Küserek? Susarak? Mızmızlanarak? "ah sen" diyerek?
Annemizin, eşimizin, en yakın dostumuzun bizi anlamasını bekliyoruz ama anlatmadan nasıl olacak bu iş? peki ya anlatmak nasıl olacak?
Birşeyler oldukça fark ediyor insan, kendini başkaları onlara istemedikleri şekilde davranırsa tanıyor aslında... iki saat bekletiliyorum, aranmayı ve düşünülmeyi bekliyorum, eh böyle soyleyince bende sorun yok gibi tınlıyor di mi? oysa var, çünkü "önemli değil, önceliklerin şu an bunlar" diyorum öncesinde, yani fark etmesem veya niyet etmesem de satır arasında "beni önceliğine koymana gerek yok, ben beklerim" diyorum, dolayısıyla adam sanıyor ki ben beklerim ve bu sorun değil. Haklı. Gerçekten bunu mu kastediyorum? Etmiyorsam neyi söyleyişim olmamış da sonuç bu? Annem "birine kızıyorsan sorun sendedir" der, tabii sadece annem demez bunu büyük ihtimalle, ama kimler derse doğru der gibi sanki... Adama kızıyorum yeterince duyarlı ve uyanık davranmadı diye, oysa ona bu rahatlığı edinebileceğini vaat etmiş olmalıyım önceden, yoksa efendidir, duyarlıdır adam çünkü... Hem sever beni, önemser, önemsenmediğimi düşünmemi istemez bile bile, niyeti iyi temizdir yani ve buna inancım gayet yerinde.

Eeee? Bu durumda? Dönüp kendime bakmam lazım, nereye koydum kendimi onun için veya onun yaşamında? (ulan bi de pazarlama okuduk hala kendimizi en yakın ilişkide bile doğru konumlandıramıyoruz?? Nası mezun ettiler ki beni?) Neyse konudan sapıp gevezeliğe dalmayayım, şöyle olmak istiyorum (ve bunu söylüyorum da, gösteriyorum da fırsat buldukça): Destekleyen, koruyan, arkadaş olan, fikirdaş olabilen veya deneyen veya ortak fikir adına tartışabilen, hayatdaş olan, anlayan ve anlayışını gösterebilen, huzurlu, uyumlu, akıllı, düşünceli, şık, kendine güvenen, kimseye yük olmayan, sevdikleri için çaba, akıl ve yürek koyabilen, saygılı, diğerkam, dürüst, açık, çaba harcamaktan çekinmeyen, adil falan filan... Bunları söylemek kolay, kervan yolda düzülür, hayat bunları gösterebilmem ve olabilmem için de fırsat çıkarıyor karşıma şükür ki, ben de olabildiğimce deniyorum, çaba harcıyorum olmak istediklerim için...
Aynı zamanda ihtiyaç duyduklarım ve olmasını istediklerim de var: Ben söylemeden bazı konularda ihtiyaçlarımın fark edilmesini (yuh beynini mi okuyacak millet?), sevildiğimi görmeyi ve deneyimlemeyi, saygı duyulmayı ve saygıyla davranılmayı, arada bir sadece benim yüzüm gülsün diye minik sürprizleri ve jestleri, arada bir belki hediye almayı (pırlanta yüzük filan diil aman yanlış anlaşılmasın, daha az cep yakan hatta mümkünse hiç yakmayan ama kafa yorulmuş, gönül verilmiş el emeği göz nuru öpücük, ilk elin ele değdiği yerde bi kahve filan işte), hastalandığımda saçımın okşanmasını, eve bırakılmanın teklif edilmesini, yakın kız arkadaş ve samimi ötesi dostlarımdan "nasılsın bugün?" sorusunu, annemden konumu dolayı biraz daha fazlasını (sıcak çorba, bol öpücük, sevgi, ağlamak için kucak, kafam karışınca bi kaç gram akıl fikir filan) istiyorum. Eh bu da anlaşılır di mi? Evet ama söylersem. Söylersek... hayatınızda yakınınızdaki ilişkilerin sıkıntılı anlarına bakın buna benzerlerini göreceksiniz, anlaşılmadığınızı, haksızlığa uğradığınızı, düşüncesizlik yapıldığını, fark edilmediğinizi, bekletildiğinizi, mahrum bırakıldığınızı ve benzeri duygularınızı, bu duygular olduğu anda biraz deşin göreceksiniz, altında kendinizi doğru konumlandırmamış, doğru ifade etmemiş olduğunuzu ve hatta etmemenin doğru olduğunu sandığınızı göreceksiniz. Yok, ifade etmemek doğru değil. Kendinizi arka plana atmayın, özellikle bayanlar, atmayın çünkü siz iyi, huzurlu ve sağlıklı olmadıkça başkasının öyle olmasını da sağlayamazsınız. Ben adam bana geçenlerde "sen ne istiyorsun? neye ihtiyacın var?" diye sorduğunda, yani hayatımın 34. yılında bir değerli adam bana akıl edip de bu soruyu sorduğunda, bunu daha önce hiç gerçekten düşünmediğimi fark ettim. (Ben ettim, siz etmeyin gibi oldu biraz, biliyorum bir müsibet bin nasihat ilişkili atasözlerimiz de var ama olsun, benden söylemesi, belki birinizin bir zaman işine yarar bana girip çıkanlar :)) Minnettarım bu soruyu bana yönelttiği için...
Belki de bu yüzden bugün haber verilmeden bekletildiğim için bekletene kızmadım, kendime kızdım, yanlış ifade edip "haber vermesen de bekleyebilir" beklentisi yarattığım için. Pek çok gün ve sefer çooook uzun bekleyebilirim bu doğru, ama bazı durumlarda yaşam zorunluluklarım beklememi mümkün kılmaz, ertesi gün işe gitmek gibi... (Tabii şimdi ne uyku kaldı ne tat, o yüzden bu saat oldu git zıbar diye aklından geçirenler okumaya devam etsin lütfen... ) Söylediğimi sanmıştım ama o büyülü satır araları var ya, onları yeterince söyleyememişim, "gece yarısı dönmüş oluruz di mi? malum sabah erken kalkmam lazım" dedim ama şunu demeyi akıl etmedim: "canım eğer senin işin uzayacaksa ben önden gideyim çünkü erken dönmem lazım"... işte müsibet, hiç aklıma gelmedi, yaşadım ama, bu yüzden sevdiğim bi arkadaşın doğumgününe gidemedim, kızdığımla kaldım... bi dahaki sefere kendi önceliğimi daha net belirtmem lazım demek ki, hatta daha doğrusu kendi önceliğimi daha iyi düşünmem lazım... Diyeceksiniz ki sürekli böyle düşünerek geçer mi hayat? Eh, ne kadar ekmek o kadar köfte... Öyle de geçer böyle de... ekmek olabilir sadece veya bol köfte...

Gelelim beklenti meselesine... Kimden ne beklediğinizi biliyor musunuz? Kendinize soruyor musunuz? İşyerinde, evde, mahallede komşulardan, bakkaldan, taksi şöföründen... eh evet bir kısmı çok önemli olmayabilir ama bir kısmı, özellikle yaşamınıza, özelinize, size yakın veya çok zaman yakınınızda olan kısmı? Hayal kırıklığına uğradığınızda beklentilerinizi tartın derim, genellikle sorun beklentilerde çıkıyor. Ben adamdan (bu örnek durumda) beni arayıp "canım işim uzuyor" demesini bekliyorum. Yine burda sorun yok gibi di mi? Aslında var, bi kere adam aramaya müsait mi bakalım, telefona erişimi var mı? Hep bu teknolojiler telefonlar yüzünden daima erişilir olduğumuzu varsayıyoruz oysa öyle değil, teknoloji de patlar. Daha önemlisi adamın bu şekilde arama alışkanlığı var mı? Her zaman arar da şimdi mi aramıyo? Yoksa hiç aramaz mı aslında? ve daha bir sürü sorulabilecek soru... eh şimdi bakınca ne kadar gerçekçi bir beklenti bu? Veya şöyle soralım, istediğin kadar bekle, gerçekleşmeme ihtimali ne ve bu ihtimalin seninle veya onunla doğrudan ne kadar ilgisi var? kimin kontrolünde bu beklentinin gerçekleşmesi? Beklentilerimizi kendi kontrolümüzde olanlara yoğunlaştırmakta fayda var, hem olma olasılıkları daha fazla hem de olmadığında zedelenme olasılığı daha farklı... çuvaldız bizde yani... Beklentimi (yine bu örnek durum özelinde) değiştirmeye çalışacağım: Kendimden kendi önceliklerimi doğru ifade etmeyi bekliyorum.
Söylüyosun da yapabiliyo musun? Deniyorum işte, pek değerli hocam Profesör Doktor Ali Baykal'ın eğitim için söylediği sözü hatırlıyorum; "makul olan ile makbul olan"... makul beklentilerle takılmak lazım gibi geliyor, hem de makbul olanlarla... o zaman daha bol köfte, daha bol lezzet...

Monday, December 27, 2010

Bana kalan büyük miras...


babannem.... küçükken altımı değiştirenlerden biri... karnımı doyuranlardan biri... bana temiz olmayı öğretenlerden biri... bu kadarını pek çok babanne yapabilir... bundan sonrası bence benim ne kadar şanslı olduğumun en güzel göstergesi:
O dönemin yazlık sinemaları pek bir meşhur ve değerli, şimdiki gibi binbir kanal uydu seçenekleri yok ne de olsa, hatta tv bile yok. Babannem amcasının yazlık sinemasında bulunmaktan pek bir mutlu, tüm filmler, dönemin klasikleri, operalar... öğrenilen herşeyin başı Manisa'da bir yazlık sinema... bir de yetenekler var keşfedilen, inanılmaz bir ses ve kulak, resim çizmede pek bir marifetli el ve göz, iyilikte kimsenin geçemeyeceği bir yürek... meşhur bir opera sanatçısı olma hayali... sürekli çizilen birbirinden güzel resimler... ancak o dönemin anlayışı, o anlayışta bir baba ve onaltı yaşında evlenen (neyse ki kendisinin rızasıyla) babannem... 17 yaşında gelen babam, dört yıl sonra gelen halam, bir kaymakam sonra da vali eşi olmak, kağnı üzerinde depremden yerle bir olmuş Erzincan, ardından Erzurum ve Anadolu'nun nice birbirinden güzel şehrine taşınıp durmak... hep zarif, hep şık, hep tertemiz, hep iyi yürekli, hep cesur, hep vakur olmak... kendi oğlunu gömdüğü halde ayakta durmak, hayata sarılmak... vefatından bir gün önce denizde bir güzel yüzüp, çocuklarıyla kağıt oynamaya doyamayıp gecenin birinde hala kıkır gülüyor olabilmek...

Bana çok büyük bir miras kaldı, dedemden bir yıl sonra bizden ayrılan babannemden. Müziği ondan öğrendim, hem de en iyilerinden, küçükken bütün operalar, valsler, tangolar, Türk müziğinin seçkin eserleri, klasik Jazz dünyasının ve müzikallerin en güzel örnekleri hep onun ağzından, her notası ezberlenmiş, yenilip yutulmuş geldi kulağıma, bazen ıslıkla, bazen sözleriyle, bazen mırıldanarak ama daima hep müzik vardı evimizde, hem de canlı eşlikli!

Resim yapmayı da ondan öğrendim, perspektif ne demek, renkler nasıl karışır, moda tasarımında çizim oranları neden değişir, pastoral senfoni çizilince neye benzer, dağların üzerine kar kondurmak için ne yapmak gerekir...

Düzenli ve titiz olabilmenin en pratik ve hızlı çözümlerini de ondan öğrendim, hamaratlık ne demek, en güzel yemeklerin sırları nedir...

Gıpta edilesi bir eş olmanın incelikleri de kendisinden (çeyreği olabilsem sırtım yere gelmez!), her daim şık ve asil olmak için neler yapmak lazım, nasıl vals yapılır, nerede nasıl konuşulur, ne zaman konuşulmaz, daima iyiliğin yanında olmak için ne kadar cesaret gerekir, bir eş nasıl desteklenir, hayatı paylaşırken kolaylaştırmak ne demek, en önemlisi insanları yargılamadan nasıl yaşanır, herkesi sevmek nasıl olur.... yok, tabii ki becerebildiğimi söyleyemem ama nasıl bir melek olunur biliyorum, örnek ver derseniz de verebilirim!

Zaten babannem kanatları bir süreliğine alınmış, aramıza hayat vermek için katılmış bir melekti... Şimdi kanatlarını taktı tekrar ve eminim uçup dolaştığı yerlerden yüreği ile bizim yanımızda, sürekli sırtımızı sıvazlıyor, güç veriyor... seni seviyorum babanne ve senin var oluşunla alabildiklerimi layığıyla taşımak için çalışmaya devam edeceğim.. ve biliyorum ki bugün bedenimle müzik yapabiliyor, engelli engelsiz herkesle bunu paylaşabiliyor, eve gelip boyalarımı elime alabiliyor, dans ederken azıcık hoş görünebiliyor ve daha önemlisi yaşamdan mutlu olabiliyorsam senin büyük parçanı da benimle yaşatıyor olacağım...

Güzel kal, benimle ve bizimle kal kartanem...

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Wednesday, October 20, 2010

Europa InTakt Şöleni



Hayat bu aralar kendini ve ederini tuhaf yollarla gösteriyor. Şikayet etmelerim çok azalıyor, farkındayım; elim ayağım tuttuğu, kafam çalıştığı için ne kadar şanslı olduğumun, farkındayım istisnai değerli bir ailem ve inanılmaz dostlarımın yanıbaşımda olduğunun ve farkındayım bir kadının olabileceğinin bile ötesinde mutluluğu tam da şimdi tadabilmiş olduğumun... Hepsinin de kıyısına köşesine kadar burnumu sokuyor, doyasıya ve hatta doyamasıya içime çekiyorum her fırsatta... Ama hayat bana bunu tuhaf yollardan yaşatıyor... Önce tadından yenmez bir haftamı paylaşmak istiyorum, acı haber sonra gelsin, zaten üst üste hissediyorum bari burada yazıları üst üste olmasın...

Efenim, Almanya'daydık, KeKeÇa ile "inclusive" bir şölende, Europa InTakt Şöleninde; yanımızda 23 "işitmeyen" ve 2 "işiten" öğrenci ile beraber. Şölen diyorum çünkü konferans, seminer, atölyeler, konserler, bir haftalık kamp vb. hiç bir terim şölen kadar yakışmıyor yaşadığımız şeye. Bu öyle bir şölendi ki gündüz birlikte kahvaltı ettiğim otistik arkadaşım akşam gösteride lezzetli bir vurmalı grubunda koto davulu çalıp şarkı söylüyor, gündüz birlikte gölge oyunları atölyesinde alt alta üst üste perdelerin arkasında süründüğüm "down sendromlu" arkadaşım gece kilise konserinde bir İtalyan Senfoni Orkestrasının baş kemancısı olarak solo atıyor, bizim süper "işitme engelli" gençlerimizden biri bir İtalyan hocayı yakalamış hostelin kapısının önünde ona Türkçe öğretip karşılığında İtalyanca öğreniyor, gecenin bir yarısı 50 metre ilerdeki kilise meydanında başka topraklardan gelmiş üç beş adam bedenimizi çalarken yoldan geçen bir Alman genci olaya tezahurat etmekle yetinmeyip dayanamayıp çembere giriyor, sonra yolda gördüğü herkese bağırıp çağırıp bizim çemberi büyütüyor, sabah kahvaltısında "spastik" Daniel bana Fransızca öğretiyor, Litvanya'lı "spastik" güleryüzlü kız Gökçe'yi her gördüğünde kendi bedenine vurarak öğrendiği ritimleri pekiştiriyor, tüm gösterilerde salonları inleten alkıştan hemen sonra bizim EEYO gençlerinin işaret dili alkışıyla herkesin (yüzlerce insan) elleri havada sallanıyor....

Bu "engel" kelime ve sıfatları hep tırnak içinde kullanılacak bundan sonra, çünkü "engelsiz" insan sürüsüne "engel"miş gibi görünen pek çok özelliğin ardında ne kadar da engellerinden arınmış, değerli sanatçı, usta ve pırlanta insan olduğunu biliyorum artık. Uri bana tekrar gerçekten içimden yüreğimden sarılmayı hatırlattı, Daniel her sabaha gülümseyerek ve herkesi selamlayarak başlamamız gerektiğini, Zıp Zıp (adını hiç öğrenemiycez sanırım) her an her yerde sanki kimse yokmuş gibi dans etmem gerektiğini, Eva bir perdenin ardında silüet olarak da yüz ifademi yansıtabileceğimi öğretti, Uri bana her gün en az onbeş kez sarılmam gerektiğini hatırlattı, Charlie beden müziğinin yeni karşılaşanda yarattığı heyecanı, dostluğun zaman ve mekandan bağımsız hemencik olabileceğini gösterdi, Alex içimdeki kuşu, maymunu, ayıyı öğrencileri üzerinden gösterdi, Linda gülümseyip zıplarken kocaman bir ritim grubunun tüm komutları saniye sektirmeden uygulayabileceğini ve bunun için duymaya bile gerek olmadığını gösterdi, Uri bana ağrıyan yerim olduğunda sevdiğim birinin eliyle dokunmasını sağlamam gerektiğini hatırlattı. Uri bana insanlarla göz göze geldiğimde gözlerinin en içine kadar gülümseyebileceğimi hatırlattı. Uri, hepimize dansın büyüsünü gösterdi. Uri, hepimizi o minik kafası, kepçe kulakları, tamamen şaşı, burnuna yapışmış koyu mavi derin güzel gözleri ve gülümsemekten kırışmış dudak kenarlarıyla büyüledi. Onun varlığı yetti, tıpkı Zıp Zıp gibi...

Ve son gün partisinde hayatımda gördüğüm en etkileyici dans yılanının başını tekerlekli sandalyedeki otistik arkadaşımız çekiyordu, arkasında 300 katılımcının her şeklinden bir kaç tane vardı, eğitmenler, bakıcılar, sanatçılar, öğrenciler, destekçiler, anneler, yöneticiler, işitme engelliler, spastikler, görmeyenler, otistikler, davulcular, kemancılar, gölgeciler, ışıkçılar, sesçiler, garsonlar, gönüllüler, dansçılar, bisikletliler, görenler görmeyenler, duyanlar duymayanlar, yürüyebilenler zıplayanlar....

Şölen Irmgard Merkt'in insanüstü çabaları, büyüleyici enerjisi, bitmek bilmeyen duru aklı ve cesur yüreği, gücüne güç katan deneyimi ve melek gülümsemesi ile gerçekleşti. Daha da büyüyecek, daha çok insan daha çok gülümseyerek, daha çok çaba harcayarak daha insanüstü şeyler yapacak, ve bu şölenler bir gün sizin kasabanıza kadar gelebilecek. O'na gıyabında "goddess" demeleri boşuna değil, böyle bir şölenle en az 300 kişinin hayatını bir haftada böylesine güzel değiştirebilmek tanrısal bir güç ister, bir o kadar da haz verir eminim... İyi ki varsın Irmgard ve iyi ki varsın KeKeÇa! Bu yaşadığım için teşekkür etmem gereken insan sayısı o kadar çok ki yazmaya başlarsam okuyanların hepsini bayıltırım korkarım ki.... O yüzden herkes ve hepsi adına iyi ki varsın Uri!

Tuesday, September 14, 2010

Beyaz tenli büyük kulaklı dev!




Bu medeniyet dediğin idealinde tek dişden fazlasına sahip yaratık ne acayip şey! Bir de analar ne evlatlar doğuruyor maşşallah!!

Barselona’da tanıştık, tamam dedim adam tam Hollandalı, üzerinden akıyo; boyu, ellerinin kalın ve uzun, bir yandan güçlü bir yandan kaba görünmesi, omuz genişliği, kemik yapısı, herşeyiyle tam Hollandalı… Muhabbet arttıkça, dışarıdan görünen iri gücün altında meraklı, duyarlı, ince bir adam çıkmaya başladı. Önce yüzlerce soru sordu, profesyonel, özel, genel, kültürel, hayattan filan… hepsinin amacı beni daha iyi tanımak, anlamaktı. Başka kültürden gelen, başka cinsiyetten, başka bir yaşanmışlıktan gelen başka bir insana duyulan merak. Hevesli bir merak. Yaratıcı bir merak. Bende de merak uyandırdı bu merak. Tanıştık. Konuşa konuşa saatler günler geçire geçire tanıştık. Birlikte daha çok çalışmaya başladık, Henk her uluslar arası ortam ve fırsatta benim okulu ve beni dahil etmek için çaba harcadı, bazen biliyorum ki sıkı konuşmalar ve restlerle savunup ikna etmek zorunda kaldı. Kendi okulundan, evinden, hayatından bana iyi gelebileceğini düşündüğü şeyleri öncelikli gerekir diye paylaştı, diğerlerini de paylaşmaktan ve dostluktan keyif aldığı için. Henk hemen herşeyini hep benimle paylaştı. Ben de geri kalmadım bu halden, ben de ikna etmek için uğraştım zaman zaman bazı koltukları, bazen zor anlar geçirdim ama onun bir bildiği vardır ve o bildiği kesin hayırlıdır diye inandım, boşuna değil hak ettiği gibi inandım. Gerçekten her inatla istediğinde bir hayır vardı, özellikle çocuklar için, öğrenme uğruna ve sanat uğruna. Müzik adamıdır Henk, bir o kadar da öğretmen. O yüzden düşündüklerinde, hayallerinde, planladıklarında, yaptıklarında ve yapamadıklarında hep başkalarının müzik ve deneyim adına bir kazancı vardır bu çabaya değecek.

Ben ondan çok şey öğrendim. Geçenlerde bir liste yapmaya karar verdim, Henk’in hayatıma, deneyimlerime kattıkları, sayesinde öğrendiklerim diye. Elbette sadece ondan değil, ama onu düşündüğüm zaman aklıma ilk gelenleri sıralayıverince helal olsun böyle evlat doğuran analara demeden geçemedim. Tabii ki onun da huysuzlukları, zor yanları var ama o anlarda da hayattan ve onunla olmaktan keyif almaya devam ettiğimi itiraf etmeliyim.

E buyrun size liste:
• Takdir etmek: Yok biz zaten kültür olarak çok yatkın değilizdir takdir etmeye, ayıp gelir, birilerini şımartıyor gibi hissederiz, böbürlenmek övünmek filan iyi huylar değildir bizde… ama iyi bir işler yaptığımızda, sevilen birileri için fedakarlıkta bulunduğumuzda filan da takdir edilmeyi bekleriz. Her insan bekler aslında ve doğal bir ihtiyaçtır bu ruhumuzun sağlığı için. Henk’in takdir etme biçimi özellikli bence. Çünkü bunu sizin yüzünüze baka baka ve bol süslenmiş sözlerle yapmak yerine sizin de bulunduğunuz bir anda ortamda bulunan bir başkasına hitap ederek sizden bahseder, bunu öyle doğal bir yolla, laf oraya gelmişken ve öylesine yapıverir. Takdir edildiğinizi duyarsınız, mahcup hissedip yanıtlamak zorunda hissetmezsiniz size söylemediği için, şımaramazsınız da, ancak daha çok motive olursunuz. Hatta bazı zamanlarda gerçekten hak etmişseniz duyduklarınız karşısında “vay be ben de ne adammışım” diyebilirsiniz bile. Kullansanız da kullanmasanız da Henk sizin ruh sağlığınız için minik reçetecikler atar ortaya. Bazen de başbaşayken dünyanın en önemli konuşmasını yapıyormuşcasına ciddileşir ve bu kez gözlerinizin içine baka baka size güzel şeyler söyler. Asla fazlasını söylemez, arkasına olumsuz eleştiri eklemez, çok da konuşmaz ama öz konuşur.

• Çaba harcamaktan vazgeçmemek: Bir proje fikrimiz vardı, daha doğrusu Henk’in bulutların üzerinde, hafif puslu, uzaktan görünen hayali ve benim onu yeryüzüne yaklaştıran üçyüzyirmiyedimilyon altıyüzyetmişbeşbin ikiyüzseksendokuz sorum ve eleştirim. Güzel olmuştu son ortaya çıkan. Bu proje için üç yıl boyunca fon başvuruları yaptık, olmadı yeni ortaklar topladık, olmadı pilot deneme yaptık, olmadı uluslar arası konferanslarımızda örnek fikir diye yaydık, olmadı seyahatler edip bir araya gelip günlerce yazıp çizdik, olmadı yöneticilere gittik…. Olmadı olmadı diyip duruyorum, teknik aksaklıklardan, fon eksiğinden, okul fazlasından filan sürekli revize edilip durdu da olamadı. Henk vazgeçmedi. Benim de vazgeçme ihtimalim olan tüm patikalarımı tıkadı. Hala denemeye devam ediyoruz, hala hepimizin aklının bir köşesinde tek gözü açık uyuklamakta olan bir kahraman var, her an gelebilecek bir fırsatı kollayan. Vazgeçmemeyi öğrendim, şikayet etsem de etmesem de, yorulsam da yorulmasam da, sıkılıp üzülsem de durumun, halimin, ortamın ve doğanın gerektirdiğini, istediğimi veya uğrunda değeceğini düşündüğümü gerçekleştirmek için vazgeçmemeyi öğrendim. Evet belki her zaman başaramıyorum, bazen vazgeçiyorum ama o zaman da fark ediyorum ki vazgeçilebilir olduğundan veya daha fazla uğrunda uğraşmaya değer bulmadığımdan bu vazgeçişler.

• En kötü durumları bile iyiye yönlendirmek, olumlamak: Henk hemen her batı Avrupa’lı gibi cebinde bir iki akrep taşır ve tasarrufun suyunu çıkardığı zamanlar olur. Genel olarak bakıldığında çok doğru bir tavırdır bu. Buzdolaplarında bizimki gibi aylık, haftalık yemek malzemesi, beş çeşit peynir bulunmaz, günlük alınır herşey, böylece hem ziyan olmaz, hem oburluk olmaz, hem her gün markete yürüme hareketliliği olur hem de buzdolabı fazla enerji harcamaz. Adamların ekonomisi böyle tıkırdar gider. Ancak bu hayatın bazı alanlarında astarı yüzünden pahalıya patlar bir hal alabilir. Çünkü bu tercih etme eylemi (ki dolabı doldurmamak bir tercih gibi görünebilir) bir süre sonra zihnimizin yapısı ve doğamız nedeniyle alışkanlık haline gelebilir (iki nöron arasında kurulan bağ, aynı durum olduğunda ilk tercih edilen ve tekrarlandıkça gelişen bağdır ve alışkanlıklar da aynen böyle son yaptığımız nöron bağlantılarını tekrar etme eğiliminden doğar). Bu durum bazen hayatın diğer alanlarında da farkına varmadan bu şekilde düşünmemize neden olur. İşte bu arada bir bizim Henk’in de başına gelir. Bir seferinde yine yanında bir grup gencecik öğrenciyle beraber bir Avrupa Birliği projesinin yıllık buluşmasına canım memleketim İstanbul’a uçakla gelmesi gerekti. Araştırdı baktı dolandı, benim illa da THY demelerimi çok da ciddiye almadı ve Corendon diye bir Hollanda Türkiye arası tarifesiz denilen (bence kanattan başka bişiyleri yok, onlar da yanlış yere doğru uçuyorlar genelde ya neyse…) bir uçak firmasını seçmeye karar verdi, çünkü çok ekonomikti. Hatta geldiğinde diğer ülke delegelerine bu durumla hava atma hakkı da vardı kesin. Ancak tabii ki Atatürk havalimanı değil Sabiha Gökçen oldu iniş durağı, eh tabii kendilerine özel bir minibüs ayarlandı (bu da para demek), herkes Atatürk Havaalanından koca bir otobüse doluşup Kilyos’daki misafirhaneye geldi, minibüs bekledi Sabiha Gökçen’in önünde… ve minibüs bekledi… ben şöföre onlar gelene kadar oradan kıpırdamamasını söyledim. Isınma tanışma oyunları başladı, minibüs bekledi. Akşam yemeği servisi başladı, minibüs bekledi, ben endişelendim. Kumsal kenarında, altı ülkeden lise gençleriyle oturup gitar eşliğinde mırıldanmalara başladık, herkes kaynaştı, minibüs bekledi, ben endişelendim. Sonunda telefonum çaldı, Henk telefonun diğer ucundan bana “biz Antalya’daymışız” dedi, “gelip alabilir mi minibüs acaba?”… Telefon elimden düştü, minibüs bekledi, ben cevap veremedim. Neyse ertesi günün sabah saatlerinde beklemekte olan minibüs misafirlerine kavuştu, Henk hava atamadı, ben perişan oldum, minibüs, transfer, zaman, emek, telefonlar derken THY’den pahalıya geldi tabii ki sonuçta, ve Henk sorumluluğunu aldığı bir grup 15-16 yaşında şımarık öğrenci ile bilmediği bir ülkede, saçma tartışmalarla uyumadan uğraşarak geceyi geçirdi, yoruldu, gerildi ve sonunda şöyle dedi: “Ben de hep Antalya’yı görmek istemiştim, sadece havaalanı yetmedi, sence seneye öğrencilerle orada bir proje çalışması yapamaz mıyız? Hem bu sefer Corendon ile direk İstanbul uçuşu alıcam, Antalya uçuşundan ucuz ve aynı yere gidiyor!” Bir sonraki sene bizim öğrencilerle onun öğrenciler Antalya’da özel bir kampta hep birlikte bir performans çıkarmak için çalıştılar, Henk THY ile uçtu, minibüs filan beklemedi ve ne zaman sohbeti olsa kıkırdayarak “ne keyifli maceraydı” dedi, “en güzel anı da sonunda kavuşmaktı”…

• Sınırsız hayal kurmak: Hayal kurmak önemli bir besin, hem yaratıcılık için hem motivasyon için hem sanat için hem ruh sağlığımız için… Hayalperest olmakla hayal kurmak arasında da fark var, Henk çok gerçekçi biri, hayalperest olduğunu söyleyebilecek bir seveni olduğunu hiç sanmam ancak hayal kurmak konusunda tam bir profesyoneldir de. Yeni bir proje üzerinde çalışıyorduk iki yıl önce, ilk projemiz bir başarı hikayesi olmuştu ve bizim planladığımızın ötesinde bir birliktelikleri, yaratım süreçleri ve kazanımları oldu öğrencilerin. Kurguladığımız son aşamaya öyle hızlı geldiler ki kendileri projeyi geliştirip taştılar zaten. Biz de bu deneyimin üzerine çocukların getirdiği noktadan daha da ileriyi kurgulayalım dedik. Zaten yedi ülkeden onlarca lise öğrencisi aynı anda sahnede kendi kurguları, doğaçlamaları, kendi ses ve hareketleriyle bir performansı (üstelik hiç bir araya gelip çalışamadan) sergileyebilmişken daha ilerisi ne olabilir ki? Şeytana şapkasını nası yapsak da ters giydirsek derken Henk bir toplantı talep etti, kalkıp geldi, toplandık beyin fırtınası yapalım diye. Tam fikirler akmaya başlamışken bir öğretmen “o şu yüzden olamaz..” diye lafa girişti, sonra bir başkası “bu da olmaz çünkü…” dedi ve Henk ayağa kalktı. O kalkınca herkes susar, boy pos var adamda elbet, zaten herkes sussun diye kalkar ayağa. Sonra yüzüne kocaman bir gülümseme kondurdu ve “rüyada olmaz diye bişiy yoktur” dedi, “hadi birlikte bir rüya tasarlayalım, varsın olmasın”. O zaman fark ettim ki, ne olursa olsun hayal kurarken olabilir hayaller etrafında dolanıyormuşum, oysa adı üzerinde hayal bu, rüya bu. Uçabilirim hayalimde kollarımı açıp, illa kendime bir pervane, kanat bağlamak veya Corendon bileti almak zorunda değilim hayalimde Torosları geçmek için… Henk haklı, hayallere sınır koymamak lazım, varsın gerçek olmasınlar, zaten olmamalılar çünkü hayal onlar.

• Sınırların ötesinde buluşmak: İlk tanışıp yakınlaşmamızdan sonra kursağımızda kaldı muhabbet, zaten bu proje toplantıları üç günü geçmez, üç kuruş gün başına harcırahı vardır, herşey sınırlı, acele ve yoğun kıvamlıdır, dönünce bi süre salaklarsınız, boş gelir hayat, yavaş gelir. İşte yine öyle oldu, evlerimize döndük, rutin devam etti. Bir sabah msn’den bir ışık yandı, “hey günışığım naber?” dedi Henk! Hadi buyur, nerden buldu benim msn adresimi, amca 50 yaşında böyle gülümseyen suratları filan gönderip nasıl böyle hızlı yazıyo filan derken alıştım tabii haftada bir iki merhabalaşmaya, dertleşmeye, tartışmaya, toplantı yapmaya. Zamanla beyin fırtınaları, ortaklarla çoklu toplantılar derken iki yıl sonra baktım ki gözünü sevdiğimin teknolojisi sağolsun sınır kalmadı aramızda. Sonra onların okulda msn bir sorun olmaya başladı, emailler yavaş geldi, baktım facebook’tan merhaba diyo bu sefer. Müziği paylaşıyoruz, ailelerimizi, hayatlarımızı, işi, projeleri… Bir yandan kesilse bir başkasından açtı kapıları, farklı kültürlerden, farklı dinlerden (benim dinle hiç alakamın olmaması da yeterince farklı sayılabilir tabii), farklı jenerasyonlardan, farklı dillerden ve daha bi sürü farklılıktan sıyrılan iki insan, cinsiyetsiz, ırksız, dinsiz, tercihsiz, yalın ve sınırsız buluşmaya devam ediyoruz, sanırım hayatımız sona erdiğinde de bir şekilde bulacağız birbirimizi…

• Değişime ve renge inanmak: Hiç mi korkmaz insan değişimden kardeşim?? Duvar boyası yapıyoruz gençlerle kaynaşma etkinliği diye, boyalar var rengarenk, ayrı ayrı temiz temiz duruyorlar, karışsınlar diye bakar hevesle, karışınca ne olacak? Genelde sonunda bok rengi olur o işler, olsun. Müzik yapacak gençlerle, performans tasarlanacak, herkesi dinler, herkese fikir ürettirir, aklı başka yerde olan veletlere bile, gerekirse zorla ama herkesin katkısını bekler. Katkı dediğin de öyle elle tutulur olmak zorunda değil, bir fırça darbesi yeter, renk olsun, doku olsun, değişiklik olsun…
Bir gün Jan kendi sınıfının fotosunu göstererek koskoca konferansta bilmem kaç ülkenin delegesine çok kültürlülüğün özelliklerinden bahsederken kulağıma eğilip sessizce “ne güzel rengarenk di mi?” dedi, “düşünsene ya hepsi bembeyaz olsaydı, o zaman hiç burada yanyana oturuyor olamayacaktık heralde!”

• Müzik: Bakır nefesli birkaç enstrüman çalar, müzik öğretmenidir ama boş vakitlerinde yerel bir bandoda görev alır, haftasonları çalışmalarına gider, her türlü müziği dinler, arar tarar bulur çıkarır. En acayip olanı o istisnai seçici kocaman kulakların, sırf gençler seviyo diye pop dünyasının en feci ürünlerini bile, yüzünde bir gülümseme ve kafada ritmik minik sallanmalarla, parmakların dizleri çalmasıyla birlikte alıp işleyebilmesi ve kulaktan gelen bu genelde katlanılamaz titreşimleri nöronlarının arasında dolaştırıp, olumlu tepkiler olarak dudaklarının arasından çıkarabilmesidir. Müzik müziktir ve sınırları çok çok geniştir, tamamen bir zevk meselesidir, herkes yapabilir ve yapmalıdır, çok çok uğraşıp en iyi yapanlar için burslar bulunmalı, gecelerden sabahlara kadar gerekirse birlikte çalışılmalı ve hayat boyu bu uğraş devam etmelidir. En çok anlaştığımız nokta budur heralde; müzik heryerde her şekil her zaman yeter ki var olsun, herkesin eline, gönlüne, kulaklarına, yüreğine değsin…

• Dostluk: Yeni bir boyut geldi hayatıma bu açıdan. Daha önce hiç 50 yaşında Hollandalı, peynire allerjisi olan, bana “günışığı” diyen, her yaptığı uluslar arası işte adımı bulaştırıp, n’apıp edip beni de katan, gerektiğinde içimi ısıtan, gerektiğinde sakinleştiren, gerektiğinde “sakinleştir beni” diyen, gerektiğinde heyecanlandıran, omzuna yatıp ağlayabildiğim, omzuma kadar eğilip ağlayabilen bir dev ile dostluğum olmamıştı. Artık var. Dost olmak birbirine doğru dürüst olmak demek, gerçek bir güç ile sımsıkı yanıbaşında durmak demek, yanlış yapmasın diye karşısına dikilip durdurabilmek demek, içine ışık verebilmek demek, içine ışık alabilmek demek, geceyarısı çalan kapıyı açıp uykudan vazgeçebilmek demek. Daha bir sürü şey demek dostluk, ben bir devden bir hayli öğrendim. Evet tabii ki herkes gibi kendi dostluk kavramlarım, tercihlerim, çabalarım ve inançlarım vardı, bir kısmı çok sağlamlaştı, bir kısmı önemini yitirdi, önceliği başkaları aldı, ama sonuçta azıcık iyi bir dost olabiliyorsam bazı insanlar için hayatta ve istisnai dostlarım varsa bunda Henk’in payı büyük, siz siz olun peynire allerjisi olan, beyaz tenli, kocaman kulaklı bir dev görürseniz “ben dostum” işareti yapın…

• İçinde “günışığı” geçen şarkılar: Bana hep günışığım der Henk. Bana! Bu kara gözlü, kara kaşlı, buğday tenli Anadolu kızına! Bazı sabahlar, kışın sıkı bastırdığı, hayatın bulutlarla birlikte insanın ensesine kadar bindiği gri sabahlar, bilgisayarımı açar açmaz minik bir msn penceresi yanıp söner, dokununca Henk bir gülücük eşliğinde sırıtan bir tiplemenin yanında “günaydın günışığım” demektedir. Eh o gün elbette daha parlak geçer. Efenim bu dünya şekeri, kanserle mücadelesinin bir zamanlarında evde yatıp yuvarlanıp sıkılmaktayken bendeniz kendisine bir güzellik yapayım ve içinde “günışığı” geçen şarkılar bulup bir CD hazırlayıp göndereyim dedim. “You are my sunshine” ile başladım işe, çocukluktan bildiğim ilk şarkılardan biri, annem söylerdi, bana da öğretmişti. Sonra arkası geldi, “Ain’t no sunshine”, “brighther than sunshine”, “let the sunshine in”, “sunshine of your love”, “feel the sunshine”, “eternal sunshine”, “good morning sunshine”, “raining sunshine”, “everybody loves sunshine”, “sunshine reggae”, “sunshine on my shoulder”, “the shadow proves the sunshine”… en güzellerini seçtim tek tek dinleyip, azaltabildiğim kadar azalttım sayılarını ama hala 27 taneler. Bakalım Henk en çok hangisini beğenecek…

• Günışığının ve yaşamın değeri: İlk tanıştığımızda bana kanserle nasıl savaşmakta olduğunu ve kanserin onu neden yenemeyeceğini anlattı Henk. Sonra ben uzun zaman, ama gerçekten çok uzun zaman onun anlattıklarını düşündüm. Kendi babamın yanıbaşımda gidişini, yaşarken hayata nasıl baktığını, benim onu nasıl algıladığımı, kendi hayatımı nasıl gördüğümü, yaşam denilen şeyin ne olduğunu da…
Bazen bir an geliyor ki inanılmaz yadırgıyorum yaşamı, etrafıma bakıyorum ama sanki bir film setindeymiş gibi hissediyorum, ya da bir film izler gibi. Ben ben değilim sanki, gerisi de tamamen kurgu. Hepimiz piksel piksel parçacıklarız. Evet hala bazen böyle anlar yaşıyorum. Ama başka bazı anlarda da tam da Henk’in gördüğü gibi vazgeçilmez bir cazibesi olduğunu görüyorum yaşamın. Bu evrenin her bir parçasını mucizevi hissediyorum. Güneş parıldamaya devam ettiği sürece yaşam burada olacak, belki başka yerlerinde de yaşam olacak evrenin. Belki evrenin bir yerlerinde bir gezegenin yaşamı sönecek, bir yıldızınki parlayacak. Yaşamak dediğimiz bu şey senden benden bizden onlardan öte bir şey, sen olmasan da ben olmasam da, hatta onlar olmasa da yaşam olacak. İşte ölümsüzlük dedikleri böyle bir şey olsa gerek, sen, ben, biz, siz ve onlar yaşamın yaşamı için birer küçük parçayız ama tümümüz biraraya geldiğimizde yaşamın ölümsüzlüğünü sağlıyoruz. Bu arada benim pencere önü güzeli pembe orkidem Şukufe, kat çıktığı tepeden yeni filizler vermeye başladı bile!

• Cesaretlendirmek: Hannover’dayız, yine bir acayip zorlu konferanstan ekip olarak alnımızın akıyla çıkıyoruz, tasarladığımız atölyeler keyifli geçmiş, yeni proje fikirleri havalarda uçuşuyor, katılımcıların hepsi halinden memnun, üstelik zorlu şartlarda hep birlikte uğraşıyoruz iyi olsun herşey diye, günde üç saat uyuyoruz, benim genelde duş yapıp Jan’ın yanına yetişmek için günde yedi dakikam oluyor, kıştan yeni çıkmışız benim saçlar hep ıslak. Ama keyfimize diyecek yok. Son akşam, kahraman adam Dieter şehirde bir lokanta ayarlamış, harika bir uzuuuun masa, ayrı bir bölmede, biz rahat edelim hep birlikte diye. Toplam 70 civarı adamız, yenildi, içildi derken bir köşeden her ülke bir şarkı söylesin, sırayla sapıtalım önerisi geldi, başladık sapıtmaya. Bendeniz hem çekingen hem mükemmelliyetçi (ne zaman böyle oldum bilmiyorum ama sanat hayatımı fena etkiliyo bu saçma hastalık) assolist bir türlü niyetlenemiyorum katılmaya Türk ekibe. Bizimkiler (anam da var ekipte bir de!) “Üsküdar’a gideriken…” diye girip “mendili elime…” diye çıkıyorlar olaydan, herkes en azından çakırkeyif, kimi fena güzel... Gülümseyerek videoya çekiyorum. Henk geldi yanıma “kameranın arkasında kötü görünüyorsun” dedi, ama aslında bana gülümseyip göz kırparak “sen söyle” demiş oldu. Onca adamın arasında nerden yakalarsın saklananı? Öğretmen işte! Hani sen sınıfta hoşlandığın oğlan diş tellerinle alay edecek diye yerin dibine saklanırsın da öğretmen inadına seni kaldırır ya tahtaya, o cinsten işte! Bunu hep yapıyor Henk, beni her cesaret edemediğim anda ayağa kaldırmayı başarıyor, arıza sevgilimi terk ederken, yeni bir projeye başlayıp yeni sorumluluklar alırken, şarkı söylerken… Adam kendi istediği için değil, etrafındaki her bir canlı ne hissedip istiyorsa onun için cesaretlendiriyor. Beyaz tenli iri bir dev “yapabilirsin” diye kükrediğinde torosların yerini alplerle değiştirmeniz bile olası, benden söylemesi!

• Kendine bakmak: Hep kendine iyi bakar Henk, cenazesinde bile nasıl görüneceğini, nasıl mis gibi kokacağını planladığına eminim. Hep tertemizdir, üstü başı kendi tarzında özenle seçilmiş, iyi bakılmıştır. Kendi bedenini dinler Henk, ihtiyacını sorar gerektiğinde kendine, dinlenmesi gerekiyorsa odasına çekilir, on dakika bile olsa kendi bedenine zaman tanır, başı ağrıyorsa nedenini düşünür hemen ilaç almadan. Yemesine içmesine, kilosuna birasına sınırlarını bilerek dikkat eder. Tattan keyiften vazgeçmez, böyle iyi bakınca vaz geçmeye gerek olmayacağını bilir. Çok da dinlemez kendisini, hastalık hastası olur insan fazla dinleyince. Kendi bedeniyle ilişkisinde de tavizleri, öncelikleri, tercihleri, sınırları ve olurları vardır insanın, Henk bunları kendi bedeninde ustaca kullanır. Ayrıca bana yedi dakikada duş alma konusunda da sağlam ipuçları vermiştir! Onun sağlık ve beden ile ilgili tiyoları hep işe yaramıştır. Asla aç dolaşmayacaksın kardeşim, yorgun bedeni zorlamayacaksın, kısa aralarla ve derin nefeslerle, bir de sağlam telkinle yola devam edeceksin. Ve tabii ki yaşama tatlı tarafından yanaşacaksın mümkün olduğunca, keyif ve huzur sağlığın en yakın koruyucuları çünkü…

• Başkalarına şans tanımak, alan bırakmak: Birlikte bir proje taslağı üzerinde çalışıyorduk, gerçekleştiremedik henüz. Adı “Showcase” olacak, farklı ülkeler ve okullardan öğrenciler bir araya gelerek ortak performanslar tasarlayıp ortaya koyacak ve bunları diğer ülkelerde başka okulları gezerek paylaşacaklar. Çok özetle anafikri bu projenin, fikir babası tabii ki Henk. Bizim “Lifestyles” projesi üç yılın sonunda tamamen öğrencilerin talep ve gidişatları doğrultusunda yaşambiçimlerini paylaşmaktan çıkıp bir yaşambiçimi haline gelince oluştu bu fikir Henk’in o güzel kafasında. Sanırım projenin ikinci yılının sonundaki gösterilerdeydik, çocukların hepsi, altı ülke, yedi farklı okuldan 45 liseli genç, birlikte oluşturdukları gösteriyi sunarken Henk bana dönüp hepsinin birer “showcase”inin olması gerektiğini, tüm bu çabaların o dosyalarda her bir öğrenci için birikmesi gerektiğini, bunun ileride onlar için portfolyolarında çok değerli bir bölüm olacağını söyledi. Sonra tekrar etti: “showcase… showcase… hmmm…. Showcase… Belki de yepyeni bir proje olmalı showcase…” Proje bitti, raporları yazıldı, AB Eğitim Komisyonundan “aferin” aldı, orada burada iyi örnek olarak gösterildi vesaire…. Altı ay sonra Henk yanında bir meslektaşı ile geldi bizim okulu ziyarete, üç döt okul daha katıldı işe ve showcase için bir dizi toplantı yaptık, yeni başvuru yapalım, nasıl yapalım da yapalım diye. Henk yanında getirdiği hiç uluslar arası proje tecrübesi olmayan, müzik veya sahne sanatları öğretmeni bile olmayan dünya tatlısı meslektaşına tüm fikirlerini verdi, koordinatör o olsun istedi ve “yapmadan öğrenilmez” dedi. O zaten biliyordu, ve zaten ne fikri ne projeyi ne de hayatta herhangi birşeyi ‘kendine’ saklamıştı; dolayısıyla kendi yarattığı güzelliğin yönetimine bir başkasını isteyerek yine özel bir şey yaptı. Hem fikri herkes için sahiplenilmesi gereken özel hale getirdi, hem bir başkasına şans yarattı (olanı vermek bile değil, bir şans yaratıp vermekten bahsediyorum) hem de hayatta birine yeni bir dünya için bir kapı açmış olmanın sürprizli hazzını yaşadı. Hiçkimse bu projeyi kendisi gibi oluşturup yürütemezdi aslında, herkesin kafasındakini en iyi kendisi gerçekleştirebilir elbette, akıl bize böyle der. Ancak Henk bunun tersine de inanır, senin başlattığın fikri bir başkası daha da güzelleştirebilir, bir diğeri gerçekleştirir, bir diğeri “yaşasın bana da bana da” der…

• Sabır: Onbeş yaşında bluğ çağında bir genç kızın, sınıfta hoşlandığı çocuk da varken kaldırılıp bir beceri göstermesini talep ettiğinde bir öğretmen için (şarkı söylemek, soru cevaplamak, problem çözmek…) sabır şarttır. Çocuklar okumayı öğrenirken öğrencinin okuyamadığı kelimeyi söylemeden onun başarmasını beklemek için de sabır şarttır. Feci bir pop şarkısının dört liseli genç tarafından güzel söylenebilir hale gelmesi için defalarca tekrar etmek için sabır şarttır. Her defasında bedeninin bir köşesinden fırlayan kanserli hücreyle hayatın üzerine pazarlık masasına oturup onu yenebilmek ve birkaç gün daha hayattan kazanmak için sabır şarttır. Hayatta kalmak, hayattan keyif almak, hayatta güzel birşeyler yapmak, evrene güzel bir sanat ürünü bırakmak, bir şey öğrenmek, bir şey öğrenilmesini sağlamak, lezzetli bir yemek yemek hep sabır işidir. Henk bunu bilir. Yaşamının son anlarında bedeninin içindeki yaraların acısı katlanılmaz olduğunda ihtiyacı olan şeyin sabır olduğunu bilir. Sabır çok önemlidir.

• Ciddi ciddi keyif almak: Bir şeyi ciddiye almak eğlenmemek anlamına gelmez aslında. Hani iş ciddi bişiydir, eğlenilmez anlayışımız vardır bizim. Gelmişsin koskoca uluslar arası konferansa pişmiş kelle gibi sırıtamazsın diye düşünürüz, toplum, ahlak, görgü, kural, anane, gelenek, inanç derken ciddi olmak denilen kavramın yerini biraz kaydırırız farkına varmadan. Oysa büyük ciddiyetlerin içinde büyük keyifler ve kocaman gülümsemeler saklıdır. İş başka eğlence başka değildir, iş hayatımızın en büyük kısmını yiyen, çoluk çocuğumuzdan, kendimizden, hayatımızın aşkından çok birlikte vakit geçirdiğimiz uğraşımızdır, eğlenmeden iş olmaz, olursa bu işi yapandan adam olmaz, işten de bi iş çıkmaz…

• Başbelası olmak: Bazı konularda tam bir başbelasıdır Henk, yalana asla gelemez, yalap şap iş yapılmasına asla göz yummaz, eğer birşeyler ters gidiyor ise, düşünce farklılıkları varsa, etik bir tedirginliği varsa asla susmaz. Bir seferinde yine bir proje toplantısında yoğun tartışmalar gidiyor, yılsonu seyahatinin tarihi, kimin ne zaman sınav zamanı, nerde kalınacak, nasıl olacak filan derken saatlerce altı ülke ve farklı eğitim sistemi içerisinde bambaşka öncelik ve zorunlulukları denkleştirip bir çözüm bulmaya çalışıyoruz. Öyle bir uzlaşıldı ki sonunda, ev sahibi ülke olacak biz ve olaydan sorumlu bendeniz bu zor çözüme sesimi çıkaramadım ama aslında okul olarak bizi bir hayli zorlayacak bir durum oluştu. Henk sanki aklımı okumuş gibi herkesi susturup bana baktı ve “sorun ne?” dedi. Yüzümden mi anladığını merak ettim, yoksa gerçekten aklımı mı okuyordu? Geriye kalan herkes öyle şaşkın bakakaldı ki aklımı okuduğunu anladım. O günü daha uzun ve yorucu biçimde geçirdik ama sonunda herkese uygun bir çözümle masadan kalkıp içmeye gidebildik. Henk yanıma yaklaşıp “gereken bazı durumlarda hemen başbelası olmak en doğrusudur” dedi, “böylece uzun vadede olabilecek bütün belaları başından salma ihtimallerini güçlendirirsin, salamazsan da en azından ben demiştim deme şansın olur. Bazen sen de başbelası olabilmelisin.”

Tüm bunları sadece Henk’ten öğrendiğimi söylemek başka çok değerli mentorlarıma, aileme ve can dostlarıma haksızlık olur, en başta da kendime. Ama Henk’i, onunla ilişkimi, iletişimimi ve hayatımda onun yerini varlığını düşündüğüm zaman içimden dökülenler bunlar. Demek ki bana çok değer katmış, ben ki böylesine uzak ve onun hayatından nisbeten oldukça bihaber bir dünyada, tabanı kıçına değerek koşan bir hızda yaşayan ben. Kimbilir en yakınlarındakilere neler katmıştır, nasıl zenginleştirmektedir hayatı.

Tuesday, August 10, 2010

Zor iş insanları bir araya getirip bir de mutlu etmek!


Nerden çıktı şimdi bu diyeceksiniz tabii ki...

Efenim geçen hafta, bilen vardır eminim, İstanbul çok eski ama bir o kadar yeni bir ekolün en değerli temsilcilerini ağırlayarak kendi sesleriyle birleştirdi. Hakkında pek çok şey yazıldı, konuşuldu, televizyonlarda da sanırım yer aldı biraz, gazetelerde de özellikle İstanbul'un seyyar sesleri ilgi gördü. Evet, İsmet Sıral Yaratıcı Müzik Stüdyosu ağustosun ilk haftası İstanbul'un çeşitli mekanlarında, dünyanın en değerli müzik ustaları ve hocalarıyla, İstanbul'un sesleriyle bütünleşti. Santral ve Bilgi Üniversitesi'nin çeşitli mekanları, Sirkeci yaya geçidinin üzeri, Sepetçiler Kasrı ISCMS gruplarının, öğrencilerinin ve İstanbul'un seyyar satıcılarının birlikte doğaçlamalarına vesile oldu. İlki 2006'da yapılan ISCMS'nin 11 günlük 2010 programında; 8 büyük tematik konser, 23 atölye ve seminer, sanatçılar eşliğinde 7 grup çalışması, 3 konferans ve çeşitli doğaçlamalara yer verileceği duyurulmuştu, gerçekleşmeyen kalmadı sanıyorum.

Katılan ustalar, konuşmacılar kimlerdi peki? Ne bu gürültü? Karl Berger (ABD), Oliver Lake (ABD), John Zorn (ABD), Trilok Gurtu (Hindistan), Marc Ribot (ABD), Adam Rudolph (ABD), Cyro Baptista (Brezilya), Ingrid Sertso (ABD), Kenny Wessel (ABD), Steve Gorn (ABD), John Lindberg (ABD), Tani Tabbal (ABD), Rahman Jamaal (ABD), Greg Cohen (ABD), Kenny Wollesen (ABD), Ahmet "Hacı" Tekbilek (İsveç), Oğuz Büyükberber (Türkiye), Ayşe Tütüncü (Türkiye), Tolga Tüzün (Türkiye), Ömer Faruk Tekbilek (ABD), Orhan Osman (Türkiye), Erdem Helvacıoğlu (Türkiye), Ahmet Özden (Türkiye), Volkan Çanakkaleli (Türkiye), İzzet Kızıl (Türkiye), Murat Verdi (Türkiye), Dost Kip (Türkiye), Francesco Martinelli (İtalya), Mukti Shri Mukku (Hindistan), Ravi Chary (Hindistan), Dawda Jobarteh (Gambia), Nana Osibio (Gana), Tobias Klein (Hollanda), Sven Hahne (Almanya), Matthias Müche (Almanya), Emre Karabulut (Türkiye), Timuçin Gürer (Türkiye), Mutlu Torun (Türkiye), Erkan Oğur (Türkiye), Ayşenur Kolivar (Türkiye), Alper Maral (Türkiye), Sumru Ağıryürüyen (Türkiye), Anıl Eraslan (Fransa), Onok Bozkurt (Türkiye), Giulia Frati (Kanada), Meriç Demirkol (Türkiye), Sıla Gerbağa (Türkiye).... şeklinde uzadıkça uzayan bir liste bu gürültünün birbirinden güzel nedenleri.

Atölyelerin bazılarının başlıklarını da vermeden geçemeyeceğim: "Evren sese asılıdır", "Müzik tektir", "Tarzlar arası işbirliğinin yaşamsal önemi", "Bir çalgının hafızası", "Gürültü olarak özgür doğaçlama", "Harmolodik yaklaşım", "Enstrüman yapımı", "Yaratıcı egzersizler yapmak", "Marc Ribot hakkında merak ettiğiniz ama sormaya cesaret edemediğiniz her şey", "Kültürlerarası doğaçlamalar".... Konserleri sayamayacağım, daha ayrıntılı bilgi peşinde olanları www.iscms.org adresine yönlendireceğim.

Bendenizin olayla ilişkisine gelince... Tuhaf ama hoş biçimde kuruldu. Bir şekilde tesadüfen orada bulunan bendeniz Trilok Gurtu ve ailesini otele bırakmayı teklif ettim ve sonraki üç dört gün onların mihmandarı, Trilok'un asistanı ve ortamın lazım durumda "koş"cusu oluverdim, hatta son konserde (John Zorn) sahne arkasını hayranlardan koruma görevim bile oldu ki bence en komiği ve eğlencelisiydi çünkü korunacak bir durum yoktu, tersine hayranlar öyle şeker bir kaç hatun oluverdiler ki bir ara, kızlardan birinin yanaklarını mıncırmak üzereyken yakalayıp tuttum kendimi... Ama dürüstçe itiraf etmeliyim ki minik tefek huysuzlukları da dahil olmak üzere aklı, yüreği, içi, elleri, sözleri, ses tonu, karısı, güzeller güzeli kızı, müzik arkadaşları ve aklınıza gelebilecek her şeyiyle Trilok'la birlikte İstanbul trafiğinde kalmak en keyifli anlarımdı. Müzik öğrendim, Trilok dinledim, adam resmen yanıbaşımda ve benimle ve bana ritim tutturarak ve benim arabama vura vura, günlerce her trafikte kaldığımızda müzik yaptı, müzik yaşattı, müzik öğretti. Sanırım pek çok insan benim yerimde olmak için yanıp tutuşuyordur. Haklılar, ben de kendimi onun cep telefonunu telefonuma kaydederken çok özel hissettim, Kapadokya'ya gideyim diye ısrar ettiğinde, ayrılırken gözlerimiz dolduğunda da özel hissettim, kızı bana sarılıp "Almanya'da seni izlemeye gelicem, çok istiyorum, çok özliycem" dediğinde de. Hala öyle hissediyorum, özellikle de önüne gelen herkese "eğer Ayşe organizasyondan sorumluysa, o varsa gelirim" dediğinden beri... Evet elbette şımardım, ama çok da çalıştım hak etmek için, öylece boşuna oldu sanmayın, oradaki herkes minicik bir tat, keyif ve şımarıklık için çok çok çalıştı, ortaya çıkıp Sepetçiler Kasrı'ndan boğaza dökülen notalar bunun en istisnai kanıtlarıydı.

Benim için olayın en başı ise şöyle oldu: Bir süredir heyecanla bu adı tadı birbirinden leziz atölyeleri bekliyordum ve Che'cigumun peşinden ayrılmıyordum, "ben de istiyorum", "çantana koy beni", "cebine sok", "naap yap et beni de al" diye tepişiyordum, malum bu parasızlıkta bunca borcun altına girmişken pek mümkün olamayacaktı hepsini takip etmem... neyse, gün geldi çattı, kalktık gittik Santral İstanbul'a, ilk Alper Maral'ın seminerine soktum burnumu. En keyifli kısmı dünyanın bambaşka köşelerinden bestecilerin doğaçlama notasyonlarına bakmak oldu. Hala aklımda; "Notations 21" kitabı için kendisine ulaşacağım. Bir de yıldız haritasını notasyon için kullananlar var ya, onlara bakacağım internetten bir ara...

Bu arada ben şehir sıkışmışı olarak hemen matımı aldım yanıma, kıçımın altına serip pembiş pantolonum yeşil olmadan yayılıp çimenlere ayak sürtmek maksatıyla. Her gören "aaa yoga mı yapıyorsun?" diye sormaz mı? ulen dedim içimden, ne zaman bu kadar "in" veya "gözde" bir şey oldu ki yoga? neyse, lafı dolandıralım ama çok diil; o gün Karl Berger ve Ingrid Sertso'nun birlikte yönettiği bir atölye çalışmasına da katıldık. Ingrid'in kendi yaratıcılığını paylaşması, sizin yaratıcılığınızı tetikleyişi, sesi, zerafeti, şıklığı, cesaretlendirmesi, hocalığındaki ağırbaşlılık istisnai biçimde içimi açmamı, deliler gibi öğrenmemi, ortamı sömürüp fazlasını da paylaşıvermemi sağladı. Esas mesele bunu herkesin aynı biçimde deneyimlediğine emin olmam. Aynı şekilde Karl Berber de elbette, özellikle enstrümanlarını kucağına alanlar için yüzündeki tatlı sert bakış ve "kenarından hafif yukarı kıvrılmış mı sanki acaba?" dedirten ama asla emin olamayacağınız, sizi hafif tetikte ve uyanık tutan dudaklar... Her ikisi de büyük nimettiler o gün orada olanlar için, olamayanlar için ise çok çok üzgünüm. İşte mesele de burada başlıyor zaten. Hani şu başlıkta yazan "zor iş" kısmı tam da buradan başlıyor...

Fikir herkeste bolca var ama zor iş "güzel" fikir sahibi olmak; bunu doğru insanlarla, doğru zaman ve yerde paylaşabilmek zor iş, paylaşılanların ortak hayale, hayallerin planlara, projelere dönüşmesi çok zor iş. Kimlerin bir araya geleceğine karar vermek, kimi istediğini bilmek, istediğin insanlara ulaşıp gel diyebilmek, gelmelerini sağlayabilmek gittikçe zorlaşan işler. Projenin onayını almak (ki hele İstanbul Capital 2010 felaketi sorumlularından onay almak aman ki aman!) zor iş. Onay alıp para bulmak, bütçelendirmek, kurgulamak zor iş. Sponsor peşinde koşmak, sonunda satış, reklam, para, girdi, pazar payı kaygı veya garantileri olmayan iyi, güzel, sanat dolu, öğrenme odaklı, 'sanat yapan insan'a yatırım yapan bir proje için sponsor peşinde koşmak çok zor iş.

Birlikte iş yapmak zor iş. Kafası çalışan, sevdiğiniz, kırmaktan ürkeceğiniz, değerli insanlarla iş yapmak zor iş. Kimsenin hayalini, fikrini, aklını veya yüreğini dışarıda bırakmadan, gerçekleştirilebilir ve başa çıkılabilir ama ses getirecek, etki bırakacak iş yapmak zor. Bu kadar çok kendi fikri ve kararı ve tercihi ve doğrusu ve niyeti ve sanatı ve yaratıcılığı olan insanı biraraya toplamak zor iş. Toplayıp güzel etki yaratmak daha da zor iş. Böyle bir fikre izleyici bulmak zor iş. Böyle bir maliyete katılımcı bulmak da zor iş. Sponsor bulmak daha zor iş, onay almak daha da zor.

Tüm bunları yaparken gönüllülerle, öğrencilerle, onlar da öğrensin, deneyim kazansın diye birlikte çalışmak zor iş. Bu kadar dev bir usta güruhunu bu sıcakta İstanbul'a uçurmak, hepsinin rahat edeceği bir yerde kalmalarını sağlamak, getirmek, götürmek, yedirmek, içirmek, karılarına kızlarına alınacak eşarbın, takının pazarlığını araştırmasını yapmak, müzik kitapları satan kitapçılara taşımak, kebapçıda vejeteryan menü ayarlamak, Topkapı sarayını, Harem'i anlatmak, bir yandan atölye katılımcılarının yaka kartlarını dağıtmak, gelmeyenleri aramak sormak, her bir atölyeyi kayıt altına almak, bir yandan katılımcı olmak, bir yandan atölye, seminer yapmak, hem sanatçı, hem organizatör, hem ses, hem sahne sorumlusu olmak, hem seyyar satıcılara gülümsemek, çiçekleri bayılmasın diye sulamak, mısırcının arabasını sahne merdivenlerinden iterken el vermek, kuliste rakı bulundurmak, rakının yavaş tüketildiğine emin olmak, konser mekanı sandalyelerinin numaralarına göre doğru dizildiğine emin olmak, yeterince sıcak yemek veya soğuk su bulamadığı için dudakları aşağı bükülesi gelmiş usta ve müzisyenleri gülümsetmek, çok sıcak oldu diye klimayı açmak, çok soğuk vuruyor diye klimayı kapatmak, bir açmak bir kapatmak, sahneye su yetiştirmek, havlu koymak, nemden ıslanmış müzik aletlerini eteklerinle, t-shirtlerinle silerek korumaya çalışmak, sahneden nem yüzünden ıslak zeminde kayan seyyar satıcıların eline doğru anda yetişip düşmemelerini sağlamak, aynı anda sorulan on soruya yanıt verebilmek, yemek fişi dağıtmak, sanat terapistinin sorularını yanıtlamak, televizyon ve gazetelere röportaj vermek, büyük ustaların da iki kelam etmesini sağlamak, onları hayranların arasından alıp kamera önüne, kamera önünden alıp sahne arkasına, sahneden alıp otele, otelden alıp Kapadokya'daki balona koymak, özetle şeytanların üç beşine aynı anda pabuçlarını ters giydirirken meleklerin varlığına inanıyor ve onları görüyor olmak zor iş... En önemlisi, bu büyük ustaların varlığından, gerçekten ihtiyacı olan gençlerin, sanatçıların hatta belki bazı küçüklerin faydalanmasını sağlamak çok çok zor iş. Bu tür değerli anları daha fazla yararlanıcının erişimine açabilmek, doğru öğrencilerin orada olmalarını sağlamak zor iş. Çok çok zor iş...

Dost, Sumru, Onok, Sıla, Talya, Miko, Gökçe, Emre, Tuba, Eren, Nadir, Ezgi ve bir kısmının adını hala bilemediğim bir sürü genç, güçlü, enerjik, dinamik, güzel, özel ve gülümser insan, ayakları tabanlarına değe değe, ordan oraya koşa koşa, günlerce, günü bilmem kaç saati, uykusuz, yorgun ama gülümsemelerinden bir gram ödün vermeden sıkı iş çıkardılar. Elbette sıkıntılar oldu, köprü üzerinde güneşten korunmaları amaçlı açılmış şık kokteyl şemsiyesi aniden çıkan rüzgarla uçtu, kimse yaralanmadı ama yürekler bir an hopladı, sonrasında şemsiye olmayınca sıcak herkesi iyi çarptı, (hatta ben de tam o anda soğuk su hizmeti vererek Sumru sayesinde "melek" sıfatı bile kazandım), birinin yemeği konser öncesinde yetişemedi, konser sırasında soğudu, bir başkası program dışı bir iki gezi isteyince taşıt arayıp ayarlamak zor oldu, davetli listesi rüzgarda uçtu yenisini yazmak on dakikamızı yedi, soundcheck'lerin son ikisine de toptan güneş geçti çünkü güneş tentesi sahne üzerinde duramadı rüzgardan uçuverdi, konser alanının hemen yanına kurulmuş başka bir İstanbul Capital 2010 etkinliği akşam saat ona kadar mehter takımı çıkarıp tam onda da havai fişek patlatınca bizim dokuz buçuk konserleri zorunlu olarak on sıfır beşte başladı filan.... Ama zor işti seyyar satıcılarla dünya müzisyenlerine aynı sahnede doğaçlama yaptırmak, zor işti hem Trilok Gurtu, hem Karl Berger, Adam Rudolph, hem Ömer Faruk ve Hacı Tekbilek, Ahmet Özden, hem Erkan Oğur, hem Oğuz Büyükberber, hem John Zorn, Cyro Baptista, Mark Ribbot, Nana Osibio, Kenny Wollesen, Greg Cohen, hem İzzet Kızıl'ı (atladığım varsa özür diliyorum) aynı sahnede, aynı anda, ses ve sahne düzeni değişmeden ve hatta enstrüman eklenerek bir araya getirmek. Zor işti atıyla kavun karpuz satan amcayı, poğaçacıyı, mısırcıyı, hüzünlü bozacıyı o seslerle birleştirmek...

Zaten zor iş bu memlekette karşıdan karşıya geçmek!

Tuesday, August 3, 2010

Sanatçının Yolu


"Hayatımda bir şekilde sanat olmazsa olmaz", veya "benden süper ressam olurdu ya ah işte hayat.." ya da "deli gibi heykel kolleksiyonu yapardım çok param olsaydı, her baktığım heykel beni öyle etkiliyor ki..." diyenlere şiddetle tavsiye edeceğim bir başka kitap ve deneyimden bahsedeceğim bugün.

Bendeniz bir kaç yıl kadar önce, her gün sözde sekiz beş gittiğim ama nedense gece yarılarına kadar çalışıp hayatımın tek merkezi haline getirdiğim işim ve bir yandan danışmanıma ve dünyaya rağmen yazmaya çalıştığım tezimle uğraşırken geceleri kabuslar görmeye ve genel bir baş ağrısı ile evli yaşamaya başlamıştım. O zamanlar bir kangren birlikteliği bitirmiş, huzura erdiğimi, yeni bir birliktelik kapıdayken mutlu olduğumu ve baş ağrılarımın geçeceğini zannediyordum. Ama ne baş ağrıları geçti ne de kabuslar. İşte yine böyle bir kabus gecesinde nefes nefese uyandım. Efenim ben kırmızı acayip zarif ve şık bir elbisenin içerisinde, loş ışıkların masaları hafif aydınlattığı eski Amerikan filmlerinde Jazz konserlerinin verildiği kulüplere benzer bir salonda, smokinli garsonlar kadife masalara içki servisi yaparken, sahnede kuyruklu piyano başında bir delikanlı tıngırdarken, kontrabasın sesi kulakların pasını atıp dinleyicileri benim parlak sesime hazırlarken, yani müzik olaya giriş yapmışken, ben de sahneye tam adım atıyorken sevgili genel müdürümün sesini duyuyorum: "Ayşe'cim şu yazıyı yetiştiriver de öyle çık sahneye"... Elbette yutkunup koşarak bilgisayar başına geçiyorum ve hızla bana verilen işi tamamlıyorum, üzerimde kırmızı seksi konser elbisem... Adama teslim edip hızla sahneye yöneliyorum, tam çıkıcam annemin sesi geliyor bu sefer "Ayşe'm proje taslağını bilmemkime yolladın di mi? Bak bu çok önemli bir proje hem sana da çok iyi tecrübe olacak, aman tarihlerini de netleştirmeyi unutma". Amanın! Koşarak yine bilgisayar başına, apar topar mail atmalar, taslak düzeltmeler. Tam bitti nihayet diyip koşarken yine bizim genel müdür "yahu ne oldu benim açılış sunumu? bana not sayfasını da bastın mı?" I ıh, bas demedi ki, neyse bi koşu gidip baskı makinasına yapışmalar, alet bozulur kağıt sıkışır bir türlü çıkmaz, bizim elemanlar gitar solo, kontrabas hamleleri, piyano tuşlarının tatlı sert tınıları filan derken misafirleri bir yere kadar oyalabilir tabii ki... İşte kabusum, ben bütün gece kıvranıp o sahnenin ikinci basamağından öteye gidemiyorum ve işin kötüsü bu kabus aylarca her gece aynı şekilde devam ediyor, hep aynı... ikinci basamak... o kadar... oysa mikrofon elimi uzatsam tutacağım mesafede... ikinci basamak... hepsi bu...

İşte bu kabusu görmeye başlayalı iki üç ay olmuştu ki, o zamanki yeni arkadaşa gecenin bir yarısı telefonda ağlarken kendisi bana bir kitap önerdi, benim derdimi bu kitabın çözebileceğini söyledi, "mutlaka bakmalısın hemen mail atıyorum" dedi ve ben gittim bilgisayar başına. İki hafta sonra tezi bıraktım çünkü hayatımı bu alanda kurmak istemediğimi itiraf edebildim kendime. Bir yıl içinde de işimi yarı zamanlı olarak azalttım ve müzik adına bulaşabileceğim hemen her yere bulaşmaya başladım. Bunların en değerlisi de KeKeÇa oldu elbette. Hayatımı tamamen değiştirdi ama şimdi buna girmeyeceğim, bu bambaşka bir bolg konusu ve umarım yakın zamanda çıkacak içimden sizlerle paylaşmak için.

Kitabın adı "the Artist's Way - A Spiritual Path to Higher Creativity" (Sanatçının Yolu, Daha ileri yaratıcılık için ruhsal bir patika), yazarı Julia Cameron. Kısaca ablanın bu noktaya gelişini anlatayım: Kendisi bir yazar, Amerika'da reklam metinleri, senaryolar, yayıncılarla anlaşmalar derken takır takır yaratıcılığını döktüren Julia bir dönem tıkanıveriyor. Hiçbir şey yazamıyor, işler sıkışıyor, stres artıyor ve Julia bu durumla bir türlü başa çıkıp kendini aşamıyor, içkiye vuruyor biraz, biraz dinleniyor ama nafile. Sonunda pılını pırtını toplayıp Meksika'da dağ manzaralı küçük bir eve kapanıyor. Niyeti kendini iyileştirmek ve tekrar yazabilmek. Gel zaman git zaman çeşitli deneme ve uğraşların sonunda on iki haftalık bir çeşit terapi buluyor. Kendisini iyleştirmekten öte dünya üzerinde pek çok benzer vaka için de harika bir çözümle ortaya çıkıyor. Hatta sadece sanat ile uğraşan yaratıcılıkla yaşayanlar dışında bir de "gölge sanatçı" diye adlandırdığı, aslında doğası itibariyle sanatçı olması gereken ancak bireysel, toplumsal, sosyal veya ekonomik nedenlerle sanatçı olamamış ve tabii ki hayatında bir türlü gerçekten mutlu ve tatmin de olamayan benim gibileri de iyileştiriyor bu on iki hafta ile. İşte Sanatçının Yolu kitabı bu on iki haftalık çalışmaları topladığı, hatta internetten de dağılsın, herkes faydalansın diye telif haklarını filan da pek iplemediği bir değerli eser. Ziyadesiyle takdir ediyoruz Julia'nın bu tavrını ve duruşunu.

Bu eserden benim çok işime yaramış olan - tabii benim gibi binlerce insanın işine yaramış olan demek lazım - bir iki önemli çalışmayı aktaracağım ama daha fazlası için lütfen kitaptan edinin, websitesini, forum ve bloglarını takip edin ve deneyin, çok şey kazanacaksınız diyerek size bırakacağım. Çünkü bir müsibet bin nasihatten iyidir derler.

Julia kitabın başında referanslarıyla birlikte bu alandaki önyargılar, sıkıntılar, tanımlar ile kendi fikirlerini destekleyerek paylaşıyor. Daha sonra iki tane çalışmayı düzenli ve ömür boyu yapmayı öneriyor. Ayrıca her hafta için de bir sorun, önyargı veya sıkıntıyı ele alıp onun üzerinde yoğunlaşan on tane etkinlik - ödev veriyor. Her hafta en az yedi tanesini tamamlamanızı istiyor. On iki haftanın sonunda kendinizi değişmiş ve daha mutlu, daha yaratıcı bulacağınıza eminim. Şimdiye kadar işe yaramadığı olmamış üstelik.

Efendim bu iki genel ve çok değerli çalışmanin ilki şöyle: Her gün sabah kalkar kalkmaz kahvaltı bile yapmadan tam 3 sayfa yazı yazmanız gerekiyor. Ne yazdığınız hiç önemli değil, önemli olan 3 normal sayfa (not defteri, minik günlük değil adam gibi üç sayfa) yazmak. İsterseniz sadece "ne yazacağımı bilmiyorum" cümlesini tekrarlayın fark etmez. Zaten en geç bir haftanın sonunda o üç sayfayı doldurmak zor gelmemeye başlıyor, bir ayın sonunda filan da artık deftere yazmadan güne başlayamıyor hale geliyorsunuz. Bana başlarda ilginç geliyordu şimdi ise çok akla yakın ve bilimsel olarak da gayet sağlıklı geliyor. Bildiğimiz kadarıyla beynimiz, gün boyu yaşadığımız, öğrendiğimiz şeyleri veya karşılaştığımız sıkıntıları özellikle hipokampüs kısmında kısa süreli belleğe alarak depolar. Bir nevi hızlı işlemci durumu, çünkü hayat devam etmektedir ve iş çoktur. Ancak tüm bu yığın biz uykuya daldığımızda beynimiz tarafından yeniden ele alınır, beynin çeşitli farklı bölgelerine yerleşir, sorunlar kurcalanır, çözümler aranır, öğrenilenler içselleştirilir vesaire... Yani özetle beynimiz bir uyurken yoğun biçimde günü toparlar, bizi ve hayatımızı yeniden gözden geçirir. Sabah kalktığımızda bazen bu süreç yoğun ve zorlu ise kendimizi yorgun hissederiz hatta. İşte sabah kalkar kalkmaz hiç bir deneyim yaşamadan ve güne başlamadan yazılan "rastgele" veya "kafasına buyruk" ya da "abuk sabuk" denilebilecek üç sayfa aslında beynimizde kalan ve yerleşip çözülememiş olanları, bizi rahatsız eden, kafamızı kurcalayan ama bizim fark bile etmediklerimizi deftere aktarmak anlamına geliyor. Aslında bilinçli biçimde sorsalar aklınıza gelmeyecek ama sizin kafaya fark ettirmeden takılmış irili ufaklı pek çok sıkıntıyı, arıza yaratmadan bünyenizden atmanızı sağlıyor özetle. Yazmaya başladıktan bir süre sonra artık kelime ve cümleleriniz belirgin biçimde hal değiştiriyor ve oldukça ciddi dertlerden söz eder hale gelebiliyorsunuz. Aynı zamanda saçma sapan küçük arızalarınızın da farkına varıyorsunuz. Bu çalışmanın olmazsa olmazları her gün sabahtan üç sayfayı doldurmak, bunları asla kimseyle paylaşmamak ve bir daha asla dönüp onları okumamak. Unutmayın bu bir edebi eser değil, günlük hiç değil bu nedenle kimsenin (siz dahil) bir daha okumayacağını bilmek çok çok önemli işe yaraması için. Burası sizin bir nevi zihin ve yürek çöplüğünüz haline gelebilir çünkü. Sağlıklı olan kısmı da bu. Bu yüzden en az bir yıl asla geri dönüp bakmıyorsunuz, hatta mümkünse hiç bakmıyorsunuz. Sadece bu çalışmanın bile insanı nasıl daha sağlıklı hale getirdiğini kelimelerle anlatamam, deneyin görün.

İkinci genel çalışma da haftada bir kendinizle "date" etmek. Evet evet, gerçekten kendiniz için özel birşeyler yapmak, kendi kendinize, kendinizi şımartmak için, kendinizle koklaşmak için. Akşam yemeğini evde tek başına yemekten bahsetmiyoruz, eğer mum ışığında, en sevdiğiniz yemek ve içkiyle ve en sevdiğiniz bir buket çiçek de yanında eşlikçi değilse tabii. Sinemaya gitmek veya boş zamanınızda kendinizi alışverişe çıkarmaktan da bahsetmiyoruz. Kendinizi özel hissetmenizi sağlayacak, normalde yapmayacağınız veya yapmadığınız birşeylerden bahsediyoruz. Mesela ben bir seferinde fotoğraf makinemi alıp düştüm sokaklara bir turist gibi. Bunu hep yurtdışından misafirlerim geldiğinde onları ağırlamak için yapıyordum, hep onların fotoğraflarını çekiyordum, onları gezdiriyordum filan. Fark ettim ki aslında ben bir turist gözüyle kendi şehrimde dolanmayı seviyorum ama bunu hep başkaları için yapıyorum. Kendim için böyle bir gün hazırlamaya karar verdim, rotamı çizdim, kitaplardan okudum sanki hiç bilmiyormuş gibi, sonra da döküldüm yollara elimde makinayla. Gezerken kendimi çekmek istediğim yerlerde ya zaman ayarı ve tripotla çektim veya mümkünse bir yabancıya verip kendimi çektirdim. Bunlardan biri facebook'ta en çok beğenilen fotoğrafım oldu sonradan, akan zamanın ve şehrin önünde gökyüzüne gülümseyen bir ben. Ne güzel bir flört halidir kendi kendimle yaşadığım.

Peki ne oluyo bunları yapınca? Valla başkalarına ne olur bilemem ama benim kendime güvenim, saygım ve sevgim tazelendi, hayata çok daha olumlu bakmaya başladım, yaptığım hatalar için kendime daha az yükleniyorum artık, mükemmelliyetçiliğim, yüksek beklentilerim yerine hayallerim ve bağışlayıcılığım geldi çoğaldı gibi hissediyorum. Yalnız olmak beni artık ürkütmüyor, ben benimle olduğum sürece hayata daha hazırım, hatta çok daha keyifli yalnız olabilmek. Daha güçlü değilim belki ama gücümün daha çok farkındayım. Kendime daha çok şaka yapabiliyorum, bazı şeyleri ciddiye alıp arızalanmıyorum, ya da daha az arızalanıyorum. İnsanların zayıflıklarına karşı daha anlayışlıyım sanki, günün getirdiklerini olduğu gibi kabul etmek için daha bilinçli bir çabam var, zorla oldurmaya çalışmıyorum hayatı. Daha da sayarım aslında ama okumaktan sıkılma ihtimalinizi azaltmayı deneyeceğim.

Bunlar dışında haftalık yapmanız gereken, genelde yazılı çalışmalara dayanan, ara sıra çizim ama bol bol da düşünme gerektiren onar tane etkinlik var her hafta için. Sanatçı olun olmayın, bu kitabı edinin, kendinizi on iki haftalık bir seyahate çıkarın bu çalışmalarla, hem de çok para bayılmadan, günlük yaşamınız devam ederken yapın bunu. Hatta çocuğunuza yaptırın olabilir gibi gelenleri. Başkalarıyla da paylaşın Julia'nın dediği gibi, herkes faydalansın. Tabii günlük defterlerinizi değil! :)

Eğer bir fark göremezseniz hayata bakışınızda, yaratıcılığınızda, kendinizle ilişkinizde ve elbette "öteki"lerle ilişkilerinizde o zaman bana da Julia'ya da bunu yazın çünkü henüz etkilenmeyen yok diye biliyoruz. Üstelik bu etki gerçekten çok işinize yarayabilir, hayatınızı güzelleştirebilir, sizin değerinizi hem siz hem de dünya için artırabilir. Denemeye değer di mi?

Kitabın adı: The Artist's Way. Yazarı: Julia Cameron
Websitesi: http://www.theartistsway.com/

Friday, July 30, 2010

TED diye bir şey var!


Evet efenim, bu zamanda ve bu düzlemde ne büyük bir şanstır ki www.TED.com diye bir kaynak var! TED (Technology, Entertainment, Design) bir kar amacı gütmeyen kuruluş, Amerika kökenli olmasına karşın bir hayli küreselleşmiş bir oluşum. Amaç "paylaşmaya değer fikirler"i yaymak. Her baharda Long Beach ve Palm Springs'de yapılan iki adet yıllık konferansın yanısıra İngiltere'de Küresel Konferans ve çeşitli ülkelerde de (Türkiye'de de yapılmış geçtiğimiz yıllarda, nasıl olduysa kaçırmışım) küçük "event"ler şeklinde düzenleniyor. Ayrıca websitesinden de tüm konuşmalar takip edilebiliyor, bloglar, web'de en çok izlenmesi gerekenler, yıllık TED Ödülü, Açık TV vb. ek kaynak ve uygulamaları da var. 1996'da Chris Anderson tarafından kurulmuş olan The Sapling Foundation tüm bu operasyonun sahibi.

Konuşmaların çok belirli bir formatı ve kalitesi olduğunu söylemek lazım. En uzun konuşma 20 dakika ile sınırlı, beni çok çok etkileyen konuşmalar arasında 6 dakika olanlar da var elbette. Söyleyecek önemli şeyleri olan çok değerli adam ve kadınları bulup paylaştırıyorlar. Beyin ve nörolojiden uzaya, eğitimden sanata ve tasarıma, mimarinin müziğe tarih boyunca etkilerinden, okyanusun altına döşenen kablo ve kamera sistemleriyle deniz canlılarını takip ve kayıt edebilme teknolojisine kadar aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek pek çok başlıkta istisnai tatlar alabilirsiniz. İşitme engelli perküsyoncu Evelyn Glennie sizinle müziğin nasıl dinlenmesi gerektiğini öyle etkileyici bir biçimde paylaşabilir ki hayatınızdaki sesler bir farklı duyulmaya başlayabilir. Ya da Michael Moschen jonglörlük becerilerini nasıl geliştirdiğini ve nasıl bir tasarımcı olduğunu paylaşırken 18 dakikanın nasıl geçtiğini fark bile edemeyebilirsiniz. Al Gore iklim değişikliklerini, Laurie Santos ile maymunların ne zaman rasyonellikten uzaklaştığını, Kevin Stone ile eklem yenilemede son gelişmeleri izleyebilirsiniz.

Gönüllü çevirmenler pek çok dilde altyazı çevirileri yapıyorlar ve oldukça başarılı altyazılarla takip etmek de mümkün. Henüz sitedeki tüm konuşmaların Türkçe altyazısı yok elbette ama belli ki sıkı çalışan bir gönüllü ordusu var. Siz de meraklıysanız ve yapabileceğinize inanıyorsanız katkıda bulunma isteğiniz de varsa çevirmen olarak başvurabiliyorsunuz. Ayrıca TED formatında yerel mini konferanslar da düzenleyebiliyorsunuz, tabii onların onayı ve desteğiyle.

Etrafımdaki herkese hızla ve şiddetle bulaştırıyorum TED'i, henüz teşekkür etmeyen olmadı. Herkesin ilgisini çekebilecek ve işine yarayabilecek bir konuşma elbet vardır orada bir yerlerde...Hatta birden çok daha fazlası vardır.

Daha fazla beni okuyarak vakit kaybetmeyin, merakınıza yenilin ve siteyi iyice bir dolanın, bol keyifler!

Wednesday, July 28, 2010

Akıl akıl gel bana takıl...



Efenim bu aralar, hatta bir hayli zamandır yavaş yavaş sindire sindire okumakta olduğum bir kitap var: Karısını Şapka Sanan Adam (Oliver Sacks). Bu değerli kitap Sayın Sacks'ın iyileştirdiği, iyileştirmeyi denediği, şahit olduğu veya araştırdığı hastaların hikayeleri ve deneyimleri üzerinden insan denilen yaratığın aklını, beynini bilebildiğimiz kadarıyla paylaşması üzerine yazılmış bir kitap. Elbette yaklaşık bir yıldır okuyup duruyorum, yanlış anlaşılmasın kitap sadece 250 sayfa ama her bir sayfayı ve hikayeyi sindirmek bana kalırsa en az iki üç hafta...

Oradan bir kaç alıntı yapmazsam orta yerimden çatlayabilirim diye hissederek bugün yazıyorum, bir yandan dışarıda bardaktan değil açık kalmış musluktan, hatta vanası patlamış borudan taşan su misali yağmur var, işyerimde odam boyanıyor ve ben aslında şu an burada değilim...

"Burada, tüm alıştığımız düşüncelerin tersine çevrilebileceği - hastalığın iyileşme, normalliğin hastalık olabildiği, uyarılmanın ya kölelik ya özgürlük olduğu, gerçekliğin, makul düşünce ve davranışlarda değil taşkınlıkta yattığı garip sularda seyrediyoruz." Evet, yaptığı işten bahsederken böyle diyor sayın nörolog doktorumuz. Gerçekten de bahsettiği bazı vakalarda, özellikle de beyindeki bazı fonksiyonların az işlediği veya işlevini hiç gerçekleştiremediği değil de fazlasıyla gerçekleştirdiği aşırılık durumlarında görünen o ki bazı hastaların (ve tabii onların doktorlarının da) tutunabilecekleri bir gerçeklik, bir referans noktası kalmayabiliyor.

Hiç trambolinde zıpladınız mı? Veya uçaktan paraşütle atladınız mı? Ya da uçurumdan atıverdiniz mi kendinizi şu meşhur havalı iplere bağlayıp? Ben geçen haftasonu trambolinde zıpladım, aralarında en masum ve hafif olanı o bence, çok da keyifliydi ancak bir süre sonra yerçekimine kıyasla hafifleşmiş hisseden bedenim (zıplamak kolaylaşıyor ya ondan, bacaklar çok daha yukarı atabiliyor bedeni) zıp zıp zıplarken ve ben keyif çığlıkları atarken, bir süre gerçeklikle ve yerçekiminin acımasızlığıyla bağım koptu, yere indiğimde bir hayli başım döndü, adım atamadım, sonrasında yerde zıpladığımda yerin dibine girmiş gibi hissettim, gıcık oldum. Şimdi o duygumu düşündüğümde ve bu vakaları okuduğumda gerçeklikle bağın tamamen kopmasının nasıl bir zorluk olduğunu canlandırmaya çalışıyorum kafamda ama pek yapabildiğimi sanmıyorum. Olması gerekenden fazla çalışan sinaptik bağlantılar veya çok gelen elektrik akımı, beynimizin fonksiyonlarını elbette olumsuz etkiliyor, bazen öyle olumsuz etkiliyor ki hasta (bazı epileptik durumlarda olduğu gibi) deneyimlediği şeyin veya aldığı uyarıcının hangisinin gerçek hangisinin kendi zihninin boşluk doldurması olduğunu artık bilemiyor. Sanki bir bilgisayar oyunu gibi, yerde kocaman gayzer delikleri var ve her an birinden gaz çıkıp herşeyi yok edebilir ve siz bu deliklerin üzerlerinden köprüler kurarak hayatta kalmak zorundasınız.

Bir uyarana bedenimizin, aklımızın, beynimizin verdiği tepki ne az olmalı ne fazla, başkalarına uyaran olduğumuzda da ne az kalmalıyız ne fazla. Denge ve ince ayar pek bir mübarek kavramlar gibi görünüyor bu durumda. Vakaların bazılarında hasta etrafında birilerini gördükçe konuşma, anlamlandırma ve hikayeler yazma derdine düşüyor, sürekli konuşuyor, karşısındakini dinlemiyor, zihni karşılaştığı bulmaca durumuna (bu adam kim ve neden streteskopu var? gibi) sürekli hikayeler yazarak bir çözüm bulmaya çalışıyor. Gerçeklik ortadan kalkıyor, her şey karışıyor. Bu tür vakalarda yapılabilecek tek şey onları olabildiğince az sosyal etkileşimli ortamlarda, mümkünse doğayla olabildiğince başbaşa bırakmak ve sanatla terapi. Oysa bir başkasında bu aşırılık, tikler, hızlı ve/veya fazla reaksiyonlar harika istisnai bir davulcu, ressam vb. sanatçı olmasını sağlıyor ancak sinirli, zor ve birlikte çalışılmaz ya da eşi ve çocukları için birlikte yaşanamaz yapıyor. Hangisinden nasıl vazgeçersiniz ki? İlaç tedavisi bütün aşırılıkları ortadan kaldırabiliyor, ancak o zaman size özgü olan eşsiz özellikleriniz de yok oluyor. Artık o kendine özgü sanatçı olamıyorsunuz, sıradan ve tekdüze bir icraatçıdan öteye gidemiyor çabalarınız. İki ucu boklu değnek derler ya, işte ondan...

Elbette bu örnekler çok uç gibi tınlıyor, ancak sayıları pek de az değil. Hatta kitabı okursanız bazı durumların etrafınızda tanısı konmamış, uç noktaya ulaşmamış, belki fark edilmemiş örneklerini görebilirsiniz. Tüm bunlar size ne sağlar? Kendinizi, sevdiklerinizi, birlikte çalıştığınız veya yaşadığınız insanları, toplumunuzu, kültürünüzü ve sağlığınızı korumayı daha iyi anlayabilirsiniz belki. Belki çocuğunuz için daha da iyisini yaparsınız. İnsan akıl denilen güçler dengesini biraz olsun bilmeli, öğrenmeyi denemeli diye düşünüyorum. Belki bir gün bildikleriniz sizin veya birilerinin gerçeklikten kopup gitmesinde hayata bağlı bir ince ip olabilir. Hiç olmazsa da akıl sağlığınızın tadını çıkarırsınız bir güzel...

Tavsiye edilir: Karısını Şapka Sanan Adam, Oliver Sacks, Yapı Kredi Yayınları, (Özgün adı: The Man Who Mistook His Wife for a Hat), çeviren: Çiğdem Çalkılıç.