Tuesday, April 24, 2007

İş yerinde ben ve biz

Biz ilk başladık çalışmaya bir koordinatörümüz oldu üçüncü ay nurtopu gibi. Nurtopu gibi diyorum çünkü aman başımızdan eksik olmasın pırıl pırıl, dünya iyisi, tecrübeli, sakin bir adam.

İlk zamanlar O'nun evinde bir araya geldik, tanışma kaynaşma partisi misali. Departmanda çalışanlar, eşleri.... Ne keyifli bir geceydi...

Bu arada canım koordinatörümün eşi de benim yüksek lisanstan en sevdiğim örtmenim! Hayat işte...


Bu yine onların evinde yemek hazırlığı yaparken.... Evin kızları olarak bizler (!!!) hazırlık yapıyoruz. Geniş Amerikan ailesi ya da bizim kırsal kesimin koca ailelerinin bir arada yaşadığı köy evleri fikri bazen harika olabiliyor. Ancak sürekli böyle olsaydık çekilmez olurdu sanırım.











Bu daaa bu yıl başında bizim bölümün aldığı hal. İki eğitim teknoloğu ve bir koordinatör büyüdü, başka bir birimle birleşti, büyüdü büyüdü böyle oldu. Hatta yılbaşı partileri daha bir eğlenceli oldu.








İşte bendeniz de burada yeni yılda koordinatörümden beklentilerimi dile getiriyorum: Her yılbaşı oyunu gibi bir oyun oynuyoruz, herkes koordinatöründen beklentisini bir cümle ile söylüyor, kimi sağlıklı olsun diyor, kimi mutlu olsun ve Ayşe de "Aman Hocam" diyor, "İçinde bişiy tutmasın, aklına takılanı söylesin saklamasın"... İnsan içine atınca hem hasta olur, hem dürüstlükten uzaklaşır, söylemek lazım. Ne varsa uygun bir dille, ama söylemek lazım...



Hmmm... Bu da yine bendeniz fena halde çalışıyorum. Çoook çalışıyorum çoooooookkkkk....




Hayat işte...

Bu da Dali



Benim en iyi arkadaşım, oğlum, kardeşim, babam, sevgilim... Bir sürü şeyim birden işte. Sadece bu çok klasik sadık olma, katıksız sevgi filan geyikleri değil, anlatılır tarif edilir gibi de değil.

Bir yerlere yıllar önce şöyle yazmıştım:

Dali küçük yaramaz bir yavruydu, çok uyumlu olduğu söylenemezdi, itaatkar olduğu hiç söylenemezdi. En sevdiği şey evde önüne ilk gelen eşyayı parçalamaktı... Gerçekten parçalamak... Önce çeyiz sandığı... Ardından yemek takımının yarısı, sandalyeler, masanın ayağı, balkon kapısı, piyanonun kenarı, yatak (yorgan, yastık, yatak ve bazası dahil).... Çok oyuncağı vardı oysa... Her zaman kemik de vardı, mama da...

Baştan alalım...Saçma sapan bir araba garajı, içinde beş yavru; kendi pisliklerinin içinde yiyemeyecekleri kadar büyük parçalı mamaların olduğu beton yerler... “Sen seç biz çıkarırız kafesten” dediler, “hayat arkadaşım olacak, bakarak olmaz dokunup tanışmam lazım” dedim. Zor ikna oldular ama olsun hayvanlar bahçede bir o yana bir bu yana koşuyorlar, yaşasın özgürlük!!! (Belki de ilk defa) Bakıyorum yavrulara, babaları husky, iki yavru da tıpkı babaları, diğer üç tane tam sokak köpeği, sarı, beyaz, siyah. Alt alta üst üste oynuyorlar, yaşasın çimenler!!! Sayıyorum yavruları, bir, iki, üç, dört... dört... dört... Biri toz olmuş! “Nerde beşinci?”, “Bıcırık hep kaçar” diyorlar, “Şuradaki kamyonların altına”... “Hadi bulalım” diyorum, “abla O’nu boşver başa çıkamazsın” diyorlar. Ama o sarı yavru, hani kafeste hepsi çıkar beni diye tepinirken arkada oturup beni süzen, sessiz, en küçük yavru... “Hadi bulalım”... Homurdana homurdana yardım ediyorlar.

Koca bir kamyon, ben korkarım girmem altına, O girmiş. Bir tarafta adamlar, eğilip yakalamaya çalışıyor, diğer yanda ben. “Gel eve gidelim oğlum, sen burayı sevmemişsin belli”. Bir annesine, kardeşlerine, bir adamlara bir bana bakıyor. “Hadi gidelim” (sihirli kelimeler). Karar verildi; emzirmeyen bir anneden, dayak atan kardeşlerden, iri adamlardan ve yenilemeyen mamalardan daha iyiyim ben. Arabam da kamyonlardan daha küçük, kapısı da açık bekliyor. Gittik... Pire içinde, yol tutarken, korkudan altımıza kaçıra kaçıra gittik. Araba battı, kokudan durulmuyor, olsun gidiyoruz, kurtulduk o iğrenç yerden. Evimize geldik. Eyvah!!! Merdiven!!! Çıkamaz, korkuyor, pislik içinde, utanıyor. Hadi kucağa, ama sadece ilk gün için, yarın itibariyle merdivenlerden inip çıkmayı öğrenmek gerekecek. Bir apartman dairesi, kapının önündeyiz, içeri girmiyoruz. “Hadi gel, burası senin evin”... Hayır. Girmiyoruz. “E hadi ama”... Hayır. “Neden?” Cevap yok. Aslında var ama henüz ben köpekçe bilmiyorum. Ama cevap var: “Çok pisim, ev temiz utanıyorum giremem”.

Sözde bilinçli bir sahibim ya ben! Eh, yıkanmak gerek ama sudan korkmadan, bir korkarsa işimiz zor. Duşa önce ben giriyorum, ayaklarımda su şıpır şıpır, kapıda pireli, yara bere içinde, pis bir sarı yaratıkçık. Su çok güzel, şıpır şıpır ayaklarımda. Yaşasın, suyu seviyoruz ikimiz de. İlk ortak deneyim, iki saat şampuanlı su, köpükler, şıpır şıpır... Sonra pire tozları, ayıklamalar, kurulamalar, taramalar, sevilip öpülmeler. Bitti utangaçlık, bütün ev O’nun artık. İlk günün zaferi ve en önemli an: Gazete kağıdı ve tuvalet ilişkisi. Balkona serilen gazete kağıtları ve anlamadığı dilde konuşan bir kadın, gazete kağıtlarını gösteriyor, “parçalamalı mıyım?”, “oyun mu oynayacağız?”, “yemem ben onları”, “bana ne ki senin kağıtlarından?” ve daha nicesi, ama ne yazık ki ben hala köpekçe öğrenmiş değilim. Kedice biliyorum, öğrettiler ama köpekçe için yeniyim ben. Anlaşamıyoruz, biliyordum zaten, zamanla olacak. Yarım saat oldu, süt içtik, özel besinli dopingli mamalar, kurabiyeler, kemikler, toplar, ördekler, oyuncaklar... Balkona çıkıp gazete kağıtlarının ne işe yaradığını öğrenme zamanı. Kural basit: Önce kokla, sonra ısır, eğer azar işitirsen üstüne işe! Köpekçe öğreniyorum. Kokla, harika doğru yoldayız. Isır, “hayır onlar yemek için değil, kızarım haaa....”, peki o zaman işe, “Aferin akıllı oğlum, canım, güzelim, harikasın, al sana kurabiye, al yeni kemik, al oyuncaklar, gel seviyim, aferin, aferin, aferin...” Anlaştık, öğreniyoruz.

Ertesi gün. Çiş yapınca sevildiğime göre işemeliyim diyen bir sarı yavru, hala ismi yok çünkü henüz bir isim kazanacak kadar özellik sergilemedi. Ama her yere işiyor! Henüz köpekçe anlayamıyorum bile demek ki! “Hayır! Sakın!”, “Hayır oraya olmaz!”, “Hayır hayır hayır hayır!” Ayvayı yedik. Köpekçe öğreten bir dil kursu niye yok?İki yıl sürdü. Evde yalnız bırakılırsa ceza verir, yeterince sevmezsem sevdiğim ya da sık kullandığım şeyleri parçalar, yeterince gezmezsek evi pisletir, her eve geleni sevmez, sevmezse ayakkabılarını parçalar, evin bir ferdi olarak canı nerde isterse yatar, iki kişilik yatak boşuna mı? Evdeki hesap çarşıya uymadı. Eğitmenler işe yaramadı, itaat etmeyi reddetti, kendi istediği gibi olmazsa çıngar çıkardı. Geceleri uyutmadı, iki kez ev taşıttırdı. Malum komşular, gür bas bariton havlamalar, tüy dökmeler, eşya parçalamalar, her yeni gelen eşyaya (kural bu ya) işemeler. Hepsi gözümün önünde! Koy kapının önüne gitsin eşşoğlu eşşek!!! Olmaz. Vaz geçmek olmaz, tek çare ortada buluşmak...

Öğrendim. Artık köpekçe biliyorum, sadece O’nu değil, bütün köpekleri anlıyorum. Pahalıya mal oldu, çok zaman, emek, para ve eziyet oldu ama başardım. Öğrenmenin sonu yok.Mutlu mutlu, koyun koyuna yaşarken bir gün ben aşık oluverdim. Deli gibi aşık oldum. Kıskanacak diye düşündüm, yine arıza olacak, eşyalar parçalanacak, sevgilimin ayakkabıları ısırılacak... Yatak nasıl paylaşılacak? Ya benim sevgim? Eyvah! Adam da titiz, pek sever hayvanları ama uzaktan olsa daha iyi. Hele sahip olmak, o ne büyük sorumluluk, nasıl bir hapis hayatı, büyümeyen çocuk gibi hep O’nunla uğraşmak. (Adamın kafası çalışıyor tabii!) Eyvah! Uzun vadede yıllarca bir köpekle beraber yaşamak, hem de kendisine ait olmayan, kendi seçmediği bir köpekle. Hemen hemen imkansız. Çok korkuyorum çok...Korktuğum gibi olmadı. Dali beni anladı. Hem de sevgilimden önce Dali anladı. Hem de benden önce anladı. O’nun yanında ne hissettiğimi, korkularımı, çabamı, hevesimi, titizliğimi... O’na nasıl kayıtsız şartsız saygı duyduğumu, inancımı, ‘inatçı ben’in nasıl yola geldiğini...Benim gibi sevdi, sözünü dinledi, kendini sevdirdi, zorla değil uyumla ve marifetlerle gözüne girdi. “Sanırım sana baba demem gerekecek”, ben emin değildim Dali emindi. Seyahatlere gidildi, yedirildi içirildi, aman Dali yedi mi, gezmeye gitti mi, neden burnu kuru, neden hareketsiz, hasta mı, aşısı yapıldı mı, kene var mı, tuvaleti var galiba bahçe kapısı açılmalı.... Yeni bir favori kelimemiz var Dali'yle ortak: “Nerde Cem?”

Öğrendik.Öğrendim. Biz genellikle öğretmeye çalışırız. İnsanoğlu olarak her ortamı ve yaratığı kendimize benzetip, değiştirip yenilemeye uğraşırız. Sevgililerimizi de, arkadaşlarımızı da, çocuklarımızı da, hatta ergenlikle beraber anne babalarımızı da... Herşey değişsin, bizim istediğimiz gibi olsun. Bizim istediğimiz yerde, bizim istediğimiz zaman uyusun, biz isteyince oynasın, aman yalamasın, aman gürültü yapmasın. Orhan Veli geliyor aklıma, “ölsem desene!” demiş ya...Kazın ayağı öyle değil kardeşim!Beş yıl oldu. Artık ortak bir dilimiz var, O da ben de öğrendik. Ben O’na bahçe aldım (yani apartman dairemi satıp, daha küçük, eski ama müstakil bir ev), arabaya alışamadığı için minibüs aldım (sürekli pislenen bir arabadan kat kat iyi), uyumlu ve uslu olduğu zaman koynumda yatırdım, sevmediği arkadaşlarla dışarıda görüştüm, saygı duydum, dinledim ve anlamaya çalıştım. O da evi pisletip parçalamamaya başladı, durup dururken havlamamaya, tuvaleti gelince bahçe kapısının önünde oturup beni çağırmaya, susayınca lavabonun önne oturup pati uzatmaya (tuvaletin içinden içmek yerine sabretmeye) başladı. Sadece on yıldır tuttuğum günlüğümü parçaladığı gün O’nun gibi oldum, dört ayak üstüne düştüm, kendimi kaybettim ve kulağından ısırdım. İşte o zaman O’nu anladığımı fark ettim. Ve tabii eksiksiz O’nunda beni anladığını ve çok iyi tanıdığını...

Artık konuşuyoruz. Canı bir şey isteyince gelip yanıma oturuyor, gözlerimin içine bakıyor ve önce patisini uzatıp patimi (!) seviyor. “Ne istiyorsun?”. Cevap var ama soru yanlış. “Mama mı istiyorsun?” hala patim okşanıyor, “Su mu istiyorsun?” (susadın mı dersen anlamayabilir, ama ‘su’, ‘mama’, ‘kemik’, ‘bıcı bıcı’, ‘gidelim’ tanıdığı kelimeler, onları değiştirmeden kullanmalısın ve tabii ki doğru soru kalıbı ve soru ses tonu ile)... “Kemik mi istiyorsun?” Evet, çünkü artık patim okşanmıyor, kuyruk sallanıyor, ağızda bir gülümseme var (insanlardan öğrendi, gülmeyi biliyor ve doğru kullanıyor). “Nerde kemik?” Dolabın önüne gidip oturuyor ve burnuyla üst rafı gösteriyor. Kemik hep orda, doğru soru kalıbı ile (‘nerde’) cevabı anlamak kimse için zor değil. Dali ve ben istisna değiliz. Sadece beraber daha huzurlu yaşamak için orta yolu bulduk. İkimiz de biraz dil öğrendik, ikimiz de sabrettik ve birbirimize katlandık. Ben yalnızdım, öğrenciydim, eh O’nun da boş vakti vardı tabii. Bir de küçümsenmeyecek bir zekası, kim ne derse desin.

Bu da Gofret ile beraber, Silivri'de çoook yorucu bir günden sonra perperişan uyuyorlarken. Yanlarında şöminenin ninni gibi gelen sesi, fonda hafif bir müzik ve hemen başuçlarında anne şefkati var. Hayat işte... Bu hayatta ne yapmam gerekiyor ki bana da Dali olarak bir hayat hakkı tanınsın?

Hmm bu arada Gofret'ten bahsetmemiz lazım tabii. Gofret Alp'in köpeği. Ön patiler araba tarafından ezildiği için minicik bir yavruyken bizim sevgili veterinerimiz Cuma'ya getirilip bırakılan, Cuma'nın üstün çabası ve sihirli elleri sayesinde inanılmaz biçimde iyileşen ve tabii herkesin gözbebeği haline gelen, bu yüzden de bir türlü sahiplendirilemeyen Gofret, bir gün klinikte Alp'i gördü, "buldum işte bu!" dedi ve gelip kafasını Alp'in kucağına koydu. İki yıla yakın zamandır beraber yaşıyorlar, tatillere hep birlikte gidiliyor, haftasonları ziyaretleri ve Silivri gezileri de cabası tabii. Gofret de Dali'den çok küçük olmasına karşın Dali'ye birşeyler öğretiyor tabii, "sen kapıyı aç, ben sofradan peynirleri götürürüm", "bak şöyle iki metre zıplarsan seni kapının öbür tarafından da görürler", "şimdi ben havlamaya başlıycam, sen beni takip et eninde sonunda dikkatlerini çekeriz bizi severler"... Eh tabii Dali de iyi bir öğretmen; " Bak kızım kapı öyle değil böyle açılır", "sen istediğin kadar bağır benim anam bakmaz", "bak böyle yanaklarını iki yana çekiyorsun, güldüğünü zannedip seni çok seviyorlar"...

Hayat işte... İyi ki varlar...

Al sana biraz ben!

Foto da foto diye başımın etini yedin ya, ben de bulabildiklerimi buraya koydum işte. En şebek hallerimi de koydum ki gül biraz diye... Hayat işte...

Bazen aşık oluyoruz biz kadınlar, öyle melül melül bakıyoruz kurbanlık koyunlar
gibi, bunu görenler de bize aşık oluyor bazen, bazen de "kutsal" buluyorlar bu durumu. Neyse, bi şekil geçip gidiyo aşk, yerini can acısına bırakıyor, ortası yok. Ya öyle ya böyle. Hayat işte...















Bazen çok şımarık olabiliyoruz biz kadınlar hayatta. Ninemizin ördüğü başlıkları evin içinde takıyoruz bir heves. Bazen durum iyice kontrolden çıkıyor ve bir orman cücesi gibi geziyoruz sokaklarda. Güven içinde olduğunu ve korunduğunu bilmeye ihtiyacı var kadının. Var var çok var.

Bir de saygıya, inanmaya, inanılmaya, tutkuya, dokunulmaya, şefkate.... Her canlı gibi...

Hayat işte...