Tuesday, September 14, 2010

Beyaz tenli büyük kulaklı dev!




Bu medeniyet dediğin idealinde tek dişden fazlasına sahip yaratık ne acayip şey! Bir de analar ne evlatlar doğuruyor maşşallah!!

Barselona’da tanıştık, tamam dedim adam tam Hollandalı, üzerinden akıyo; boyu, ellerinin kalın ve uzun, bir yandan güçlü bir yandan kaba görünmesi, omuz genişliği, kemik yapısı, herşeyiyle tam Hollandalı… Muhabbet arttıkça, dışarıdan görünen iri gücün altında meraklı, duyarlı, ince bir adam çıkmaya başladı. Önce yüzlerce soru sordu, profesyonel, özel, genel, kültürel, hayattan filan… hepsinin amacı beni daha iyi tanımak, anlamaktı. Başka kültürden gelen, başka cinsiyetten, başka bir yaşanmışlıktan gelen başka bir insana duyulan merak. Hevesli bir merak. Yaratıcı bir merak. Bende de merak uyandırdı bu merak. Tanıştık. Konuşa konuşa saatler günler geçire geçire tanıştık. Birlikte daha çok çalışmaya başladık, Henk her uluslar arası ortam ve fırsatta benim okulu ve beni dahil etmek için çaba harcadı, bazen biliyorum ki sıkı konuşmalar ve restlerle savunup ikna etmek zorunda kaldı. Kendi okulundan, evinden, hayatından bana iyi gelebileceğini düşündüğü şeyleri öncelikli gerekir diye paylaştı, diğerlerini de paylaşmaktan ve dostluktan keyif aldığı için. Henk hemen herşeyini hep benimle paylaştı. Ben de geri kalmadım bu halden, ben de ikna etmek için uğraştım zaman zaman bazı koltukları, bazen zor anlar geçirdim ama onun bir bildiği vardır ve o bildiği kesin hayırlıdır diye inandım, boşuna değil hak ettiği gibi inandım. Gerçekten her inatla istediğinde bir hayır vardı, özellikle çocuklar için, öğrenme uğruna ve sanat uğruna. Müzik adamıdır Henk, bir o kadar da öğretmen. O yüzden düşündüklerinde, hayallerinde, planladıklarında, yaptıklarında ve yapamadıklarında hep başkalarının müzik ve deneyim adına bir kazancı vardır bu çabaya değecek.

Ben ondan çok şey öğrendim. Geçenlerde bir liste yapmaya karar verdim, Henk’in hayatıma, deneyimlerime kattıkları, sayesinde öğrendiklerim diye. Elbette sadece ondan değil, ama onu düşündüğüm zaman aklıma ilk gelenleri sıralayıverince helal olsun böyle evlat doğuran analara demeden geçemedim. Tabii ki onun da huysuzlukları, zor yanları var ama o anlarda da hayattan ve onunla olmaktan keyif almaya devam ettiğimi itiraf etmeliyim.

E buyrun size liste:
• Takdir etmek: Yok biz zaten kültür olarak çok yatkın değilizdir takdir etmeye, ayıp gelir, birilerini şımartıyor gibi hissederiz, böbürlenmek övünmek filan iyi huylar değildir bizde… ama iyi bir işler yaptığımızda, sevilen birileri için fedakarlıkta bulunduğumuzda filan da takdir edilmeyi bekleriz. Her insan bekler aslında ve doğal bir ihtiyaçtır bu ruhumuzun sağlığı için. Henk’in takdir etme biçimi özellikli bence. Çünkü bunu sizin yüzünüze baka baka ve bol süslenmiş sözlerle yapmak yerine sizin de bulunduğunuz bir anda ortamda bulunan bir başkasına hitap ederek sizden bahseder, bunu öyle doğal bir yolla, laf oraya gelmişken ve öylesine yapıverir. Takdir edildiğinizi duyarsınız, mahcup hissedip yanıtlamak zorunda hissetmezsiniz size söylemediği için, şımaramazsınız da, ancak daha çok motive olursunuz. Hatta bazı zamanlarda gerçekten hak etmişseniz duyduklarınız karşısında “vay be ben de ne adammışım” diyebilirsiniz bile. Kullansanız da kullanmasanız da Henk sizin ruh sağlığınız için minik reçetecikler atar ortaya. Bazen de başbaşayken dünyanın en önemli konuşmasını yapıyormuşcasına ciddileşir ve bu kez gözlerinizin içine baka baka size güzel şeyler söyler. Asla fazlasını söylemez, arkasına olumsuz eleştiri eklemez, çok da konuşmaz ama öz konuşur.

• Çaba harcamaktan vazgeçmemek: Bir proje fikrimiz vardı, daha doğrusu Henk’in bulutların üzerinde, hafif puslu, uzaktan görünen hayali ve benim onu yeryüzüne yaklaştıran üçyüzyirmiyedimilyon altıyüzyetmişbeşbin ikiyüzseksendokuz sorum ve eleştirim. Güzel olmuştu son ortaya çıkan. Bu proje için üç yıl boyunca fon başvuruları yaptık, olmadı yeni ortaklar topladık, olmadı pilot deneme yaptık, olmadı uluslar arası konferanslarımızda örnek fikir diye yaydık, olmadı seyahatler edip bir araya gelip günlerce yazıp çizdik, olmadı yöneticilere gittik…. Olmadı olmadı diyip duruyorum, teknik aksaklıklardan, fon eksiğinden, okul fazlasından filan sürekli revize edilip durdu da olamadı. Henk vazgeçmedi. Benim de vazgeçme ihtimalim olan tüm patikalarımı tıkadı. Hala denemeye devam ediyoruz, hala hepimizin aklının bir köşesinde tek gözü açık uyuklamakta olan bir kahraman var, her an gelebilecek bir fırsatı kollayan. Vazgeçmemeyi öğrendim, şikayet etsem de etmesem de, yorulsam da yorulmasam da, sıkılıp üzülsem de durumun, halimin, ortamın ve doğanın gerektirdiğini, istediğimi veya uğrunda değeceğini düşündüğümü gerçekleştirmek için vazgeçmemeyi öğrendim. Evet belki her zaman başaramıyorum, bazen vazgeçiyorum ama o zaman da fark ediyorum ki vazgeçilebilir olduğundan veya daha fazla uğrunda uğraşmaya değer bulmadığımdan bu vazgeçişler.

• En kötü durumları bile iyiye yönlendirmek, olumlamak: Henk hemen her batı Avrupa’lı gibi cebinde bir iki akrep taşır ve tasarrufun suyunu çıkardığı zamanlar olur. Genel olarak bakıldığında çok doğru bir tavırdır bu. Buzdolaplarında bizimki gibi aylık, haftalık yemek malzemesi, beş çeşit peynir bulunmaz, günlük alınır herşey, böylece hem ziyan olmaz, hem oburluk olmaz, hem her gün markete yürüme hareketliliği olur hem de buzdolabı fazla enerji harcamaz. Adamların ekonomisi böyle tıkırdar gider. Ancak bu hayatın bazı alanlarında astarı yüzünden pahalıya patlar bir hal alabilir. Çünkü bu tercih etme eylemi (ki dolabı doldurmamak bir tercih gibi görünebilir) bir süre sonra zihnimizin yapısı ve doğamız nedeniyle alışkanlık haline gelebilir (iki nöron arasında kurulan bağ, aynı durum olduğunda ilk tercih edilen ve tekrarlandıkça gelişen bağdır ve alışkanlıklar da aynen böyle son yaptığımız nöron bağlantılarını tekrar etme eğiliminden doğar). Bu durum bazen hayatın diğer alanlarında da farkına varmadan bu şekilde düşünmemize neden olur. İşte bu arada bir bizim Henk’in de başına gelir. Bir seferinde yine yanında bir grup gencecik öğrenciyle beraber bir Avrupa Birliği projesinin yıllık buluşmasına canım memleketim İstanbul’a uçakla gelmesi gerekti. Araştırdı baktı dolandı, benim illa da THY demelerimi çok da ciddiye almadı ve Corendon diye bir Hollanda Türkiye arası tarifesiz denilen (bence kanattan başka bişiyleri yok, onlar da yanlış yere doğru uçuyorlar genelde ya neyse…) bir uçak firmasını seçmeye karar verdi, çünkü çok ekonomikti. Hatta geldiğinde diğer ülke delegelerine bu durumla hava atma hakkı da vardı kesin. Ancak tabii ki Atatürk havalimanı değil Sabiha Gökçen oldu iniş durağı, eh tabii kendilerine özel bir minibüs ayarlandı (bu da para demek), herkes Atatürk Havaalanından koca bir otobüse doluşup Kilyos’daki misafirhaneye geldi, minibüs bekledi Sabiha Gökçen’in önünde… ve minibüs bekledi… ben şöföre onlar gelene kadar oradan kıpırdamamasını söyledim. Isınma tanışma oyunları başladı, minibüs bekledi. Akşam yemeği servisi başladı, minibüs bekledi, ben endişelendim. Kumsal kenarında, altı ülkeden lise gençleriyle oturup gitar eşliğinde mırıldanmalara başladık, herkes kaynaştı, minibüs bekledi, ben endişelendim. Sonunda telefonum çaldı, Henk telefonun diğer ucundan bana “biz Antalya’daymışız” dedi, “gelip alabilir mi minibüs acaba?”… Telefon elimden düştü, minibüs bekledi, ben cevap veremedim. Neyse ertesi günün sabah saatlerinde beklemekte olan minibüs misafirlerine kavuştu, Henk hava atamadı, ben perişan oldum, minibüs, transfer, zaman, emek, telefonlar derken THY’den pahalıya geldi tabii ki sonuçta, ve Henk sorumluluğunu aldığı bir grup 15-16 yaşında şımarık öğrenci ile bilmediği bir ülkede, saçma tartışmalarla uyumadan uğraşarak geceyi geçirdi, yoruldu, gerildi ve sonunda şöyle dedi: “Ben de hep Antalya’yı görmek istemiştim, sadece havaalanı yetmedi, sence seneye öğrencilerle orada bir proje çalışması yapamaz mıyız? Hem bu sefer Corendon ile direk İstanbul uçuşu alıcam, Antalya uçuşundan ucuz ve aynı yere gidiyor!” Bir sonraki sene bizim öğrencilerle onun öğrenciler Antalya’da özel bir kampta hep birlikte bir performans çıkarmak için çalıştılar, Henk THY ile uçtu, minibüs filan beklemedi ve ne zaman sohbeti olsa kıkırdayarak “ne keyifli maceraydı” dedi, “en güzel anı da sonunda kavuşmaktı”…

• Sınırsız hayal kurmak: Hayal kurmak önemli bir besin, hem yaratıcılık için hem motivasyon için hem sanat için hem ruh sağlığımız için… Hayalperest olmakla hayal kurmak arasında da fark var, Henk çok gerçekçi biri, hayalperest olduğunu söyleyebilecek bir seveni olduğunu hiç sanmam ancak hayal kurmak konusunda tam bir profesyoneldir de. Yeni bir proje üzerinde çalışıyorduk iki yıl önce, ilk projemiz bir başarı hikayesi olmuştu ve bizim planladığımızın ötesinde bir birliktelikleri, yaratım süreçleri ve kazanımları oldu öğrencilerin. Kurguladığımız son aşamaya öyle hızlı geldiler ki kendileri projeyi geliştirip taştılar zaten. Biz de bu deneyimin üzerine çocukların getirdiği noktadan daha da ileriyi kurgulayalım dedik. Zaten yedi ülkeden onlarca lise öğrencisi aynı anda sahnede kendi kurguları, doğaçlamaları, kendi ses ve hareketleriyle bir performansı (üstelik hiç bir araya gelip çalışamadan) sergileyebilmişken daha ilerisi ne olabilir ki? Şeytana şapkasını nası yapsak da ters giydirsek derken Henk bir toplantı talep etti, kalkıp geldi, toplandık beyin fırtınası yapalım diye. Tam fikirler akmaya başlamışken bir öğretmen “o şu yüzden olamaz..” diye lafa girişti, sonra bir başkası “bu da olmaz çünkü…” dedi ve Henk ayağa kalktı. O kalkınca herkes susar, boy pos var adamda elbet, zaten herkes sussun diye kalkar ayağa. Sonra yüzüne kocaman bir gülümseme kondurdu ve “rüyada olmaz diye bişiy yoktur” dedi, “hadi birlikte bir rüya tasarlayalım, varsın olmasın”. O zaman fark ettim ki, ne olursa olsun hayal kurarken olabilir hayaller etrafında dolanıyormuşum, oysa adı üzerinde hayal bu, rüya bu. Uçabilirim hayalimde kollarımı açıp, illa kendime bir pervane, kanat bağlamak veya Corendon bileti almak zorunda değilim hayalimde Torosları geçmek için… Henk haklı, hayallere sınır koymamak lazım, varsın gerçek olmasınlar, zaten olmamalılar çünkü hayal onlar.

• Sınırların ötesinde buluşmak: İlk tanışıp yakınlaşmamızdan sonra kursağımızda kaldı muhabbet, zaten bu proje toplantıları üç günü geçmez, üç kuruş gün başına harcırahı vardır, herşey sınırlı, acele ve yoğun kıvamlıdır, dönünce bi süre salaklarsınız, boş gelir hayat, yavaş gelir. İşte yine öyle oldu, evlerimize döndük, rutin devam etti. Bir sabah msn’den bir ışık yandı, “hey günışığım naber?” dedi Henk! Hadi buyur, nerden buldu benim msn adresimi, amca 50 yaşında böyle gülümseyen suratları filan gönderip nasıl böyle hızlı yazıyo filan derken alıştım tabii haftada bir iki merhabalaşmaya, dertleşmeye, tartışmaya, toplantı yapmaya. Zamanla beyin fırtınaları, ortaklarla çoklu toplantılar derken iki yıl sonra baktım ki gözünü sevdiğimin teknolojisi sağolsun sınır kalmadı aramızda. Sonra onların okulda msn bir sorun olmaya başladı, emailler yavaş geldi, baktım facebook’tan merhaba diyo bu sefer. Müziği paylaşıyoruz, ailelerimizi, hayatlarımızı, işi, projeleri… Bir yandan kesilse bir başkasından açtı kapıları, farklı kültürlerden, farklı dinlerden (benim dinle hiç alakamın olmaması da yeterince farklı sayılabilir tabii), farklı jenerasyonlardan, farklı dillerden ve daha bi sürü farklılıktan sıyrılan iki insan, cinsiyetsiz, ırksız, dinsiz, tercihsiz, yalın ve sınırsız buluşmaya devam ediyoruz, sanırım hayatımız sona erdiğinde de bir şekilde bulacağız birbirimizi…

• Değişime ve renge inanmak: Hiç mi korkmaz insan değişimden kardeşim?? Duvar boyası yapıyoruz gençlerle kaynaşma etkinliği diye, boyalar var rengarenk, ayrı ayrı temiz temiz duruyorlar, karışsınlar diye bakar hevesle, karışınca ne olacak? Genelde sonunda bok rengi olur o işler, olsun. Müzik yapacak gençlerle, performans tasarlanacak, herkesi dinler, herkese fikir ürettirir, aklı başka yerde olan veletlere bile, gerekirse zorla ama herkesin katkısını bekler. Katkı dediğin de öyle elle tutulur olmak zorunda değil, bir fırça darbesi yeter, renk olsun, doku olsun, değişiklik olsun…
Bir gün Jan kendi sınıfının fotosunu göstererek koskoca konferansta bilmem kaç ülkenin delegesine çok kültürlülüğün özelliklerinden bahsederken kulağıma eğilip sessizce “ne güzel rengarenk di mi?” dedi, “düşünsene ya hepsi bembeyaz olsaydı, o zaman hiç burada yanyana oturuyor olamayacaktık heralde!”

• Müzik: Bakır nefesli birkaç enstrüman çalar, müzik öğretmenidir ama boş vakitlerinde yerel bir bandoda görev alır, haftasonları çalışmalarına gider, her türlü müziği dinler, arar tarar bulur çıkarır. En acayip olanı o istisnai seçici kocaman kulakların, sırf gençler seviyo diye pop dünyasının en feci ürünlerini bile, yüzünde bir gülümseme ve kafada ritmik minik sallanmalarla, parmakların dizleri çalmasıyla birlikte alıp işleyebilmesi ve kulaktan gelen bu genelde katlanılamaz titreşimleri nöronlarının arasında dolaştırıp, olumlu tepkiler olarak dudaklarının arasından çıkarabilmesidir. Müzik müziktir ve sınırları çok çok geniştir, tamamen bir zevk meselesidir, herkes yapabilir ve yapmalıdır, çok çok uğraşıp en iyi yapanlar için burslar bulunmalı, gecelerden sabahlara kadar gerekirse birlikte çalışılmalı ve hayat boyu bu uğraş devam etmelidir. En çok anlaştığımız nokta budur heralde; müzik heryerde her şekil her zaman yeter ki var olsun, herkesin eline, gönlüne, kulaklarına, yüreğine değsin…

• Dostluk: Yeni bir boyut geldi hayatıma bu açıdan. Daha önce hiç 50 yaşında Hollandalı, peynire allerjisi olan, bana “günışığı” diyen, her yaptığı uluslar arası işte adımı bulaştırıp, n’apıp edip beni de katan, gerektiğinde içimi ısıtan, gerektiğinde sakinleştiren, gerektiğinde “sakinleştir beni” diyen, gerektiğinde heyecanlandıran, omzuna yatıp ağlayabildiğim, omzuma kadar eğilip ağlayabilen bir dev ile dostluğum olmamıştı. Artık var. Dost olmak birbirine doğru dürüst olmak demek, gerçek bir güç ile sımsıkı yanıbaşında durmak demek, yanlış yapmasın diye karşısına dikilip durdurabilmek demek, içine ışık verebilmek demek, içine ışık alabilmek demek, geceyarısı çalan kapıyı açıp uykudan vazgeçebilmek demek. Daha bir sürü şey demek dostluk, ben bir devden bir hayli öğrendim. Evet tabii ki herkes gibi kendi dostluk kavramlarım, tercihlerim, çabalarım ve inançlarım vardı, bir kısmı çok sağlamlaştı, bir kısmı önemini yitirdi, önceliği başkaları aldı, ama sonuçta azıcık iyi bir dost olabiliyorsam bazı insanlar için hayatta ve istisnai dostlarım varsa bunda Henk’in payı büyük, siz siz olun peynire allerjisi olan, beyaz tenli, kocaman kulaklı bir dev görürseniz “ben dostum” işareti yapın…

• İçinde “günışığı” geçen şarkılar: Bana hep günışığım der Henk. Bana! Bu kara gözlü, kara kaşlı, buğday tenli Anadolu kızına! Bazı sabahlar, kışın sıkı bastırdığı, hayatın bulutlarla birlikte insanın ensesine kadar bindiği gri sabahlar, bilgisayarımı açar açmaz minik bir msn penceresi yanıp söner, dokununca Henk bir gülücük eşliğinde sırıtan bir tiplemenin yanında “günaydın günışığım” demektedir. Eh o gün elbette daha parlak geçer. Efenim bu dünya şekeri, kanserle mücadelesinin bir zamanlarında evde yatıp yuvarlanıp sıkılmaktayken bendeniz kendisine bir güzellik yapayım ve içinde “günışığı” geçen şarkılar bulup bir CD hazırlayıp göndereyim dedim. “You are my sunshine” ile başladım işe, çocukluktan bildiğim ilk şarkılardan biri, annem söylerdi, bana da öğretmişti. Sonra arkası geldi, “Ain’t no sunshine”, “brighther than sunshine”, “let the sunshine in”, “sunshine of your love”, “feel the sunshine”, “eternal sunshine”, “good morning sunshine”, “raining sunshine”, “everybody loves sunshine”, “sunshine reggae”, “sunshine on my shoulder”, “the shadow proves the sunshine”… en güzellerini seçtim tek tek dinleyip, azaltabildiğim kadar azalttım sayılarını ama hala 27 taneler. Bakalım Henk en çok hangisini beğenecek…

• Günışığının ve yaşamın değeri: İlk tanıştığımızda bana kanserle nasıl savaşmakta olduğunu ve kanserin onu neden yenemeyeceğini anlattı Henk. Sonra ben uzun zaman, ama gerçekten çok uzun zaman onun anlattıklarını düşündüm. Kendi babamın yanıbaşımda gidişini, yaşarken hayata nasıl baktığını, benim onu nasıl algıladığımı, kendi hayatımı nasıl gördüğümü, yaşam denilen şeyin ne olduğunu da…
Bazen bir an geliyor ki inanılmaz yadırgıyorum yaşamı, etrafıma bakıyorum ama sanki bir film setindeymiş gibi hissediyorum, ya da bir film izler gibi. Ben ben değilim sanki, gerisi de tamamen kurgu. Hepimiz piksel piksel parçacıklarız. Evet hala bazen böyle anlar yaşıyorum. Ama başka bazı anlarda da tam da Henk’in gördüğü gibi vazgeçilmez bir cazibesi olduğunu görüyorum yaşamın. Bu evrenin her bir parçasını mucizevi hissediyorum. Güneş parıldamaya devam ettiği sürece yaşam burada olacak, belki başka yerlerinde de yaşam olacak evrenin. Belki evrenin bir yerlerinde bir gezegenin yaşamı sönecek, bir yıldızınki parlayacak. Yaşamak dediğimiz bu şey senden benden bizden onlardan öte bir şey, sen olmasan da ben olmasam da, hatta onlar olmasa da yaşam olacak. İşte ölümsüzlük dedikleri böyle bir şey olsa gerek, sen, ben, biz, siz ve onlar yaşamın yaşamı için birer küçük parçayız ama tümümüz biraraya geldiğimizde yaşamın ölümsüzlüğünü sağlıyoruz. Bu arada benim pencere önü güzeli pembe orkidem Şukufe, kat çıktığı tepeden yeni filizler vermeye başladı bile!

• Cesaretlendirmek: Hannover’dayız, yine bir acayip zorlu konferanstan ekip olarak alnımızın akıyla çıkıyoruz, tasarladığımız atölyeler keyifli geçmiş, yeni proje fikirleri havalarda uçuşuyor, katılımcıların hepsi halinden memnun, üstelik zorlu şartlarda hep birlikte uğraşıyoruz iyi olsun herşey diye, günde üç saat uyuyoruz, benim genelde duş yapıp Jan’ın yanına yetişmek için günde yedi dakikam oluyor, kıştan yeni çıkmışız benim saçlar hep ıslak. Ama keyfimize diyecek yok. Son akşam, kahraman adam Dieter şehirde bir lokanta ayarlamış, harika bir uzuuuun masa, ayrı bir bölmede, biz rahat edelim hep birlikte diye. Toplam 70 civarı adamız, yenildi, içildi derken bir köşeden her ülke bir şarkı söylesin, sırayla sapıtalım önerisi geldi, başladık sapıtmaya. Bendeniz hem çekingen hem mükemmelliyetçi (ne zaman böyle oldum bilmiyorum ama sanat hayatımı fena etkiliyo bu saçma hastalık) assolist bir türlü niyetlenemiyorum katılmaya Türk ekibe. Bizimkiler (anam da var ekipte bir de!) “Üsküdar’a gideriken…” diye girip “mendili elime…” diye çıkıyorlar olaydan, herkes en azından çakırkeyif, kimi fena güzel... Gülümseyerek videoya çekiyorum. Henk geldi yanıma “kameranın arkasında kötü görünüyorsun” dedi, ama aslında bana gülümseyip göz kırparak “sen söyle” demiş oldu. Onca adamın arasında nerden yakalarsın saklananı? Öğretmen işte! Hani sen sınıfta hoşlandığın oğlan diş tellerinle alay edecek diye yerin dibine saklanırsın da öğretmen inadına seni kaldırır ya tahtaya, o cinsten işte! Bunu hep yapıyor Henk, beni her cesaret edemediğim anda ayağa kaldırmayı başarıyor, arıza sevgilimi terk ederken, yeni bir projeye başlayıp yeni sorumluluklar alırken, şarkı söylerken… Adam kendi istediği için değil, etrafındaki her bir canlı ne hissedip istiyorsa onun için cesaretlendiriyor. Beyaz tenli iri bir dev “yapabilirsin” diye kükrediğinde torosların yerini alplerle değiştirmeniz bile olası, benden söylemesi!

• Kendine bakmak: Hep kendine iyi bakar Henk, cenazesinde bile nasıl görüneceğini, nasıl mis gibi kokacağını planladığına eminim. Hep tertemizdir, üstü başı kendi tarzında özenle seçilmiş, iyi bakılmıştır. Kendi bedenini dinler Henk, ihtiyacını sorar gerektiğinde kendine, dinlenmesi gerekiyorsa odasına çekilir, on dakika bile olsa kendi bedenine zaman tanır, başı ağrıyorsa nedenini düşünür hemen ilaç almadan. Yemesine içmesine, kilosuna birasına sınırlarını bilerek dikkat eder. Tattan keyiften vazgeçmez, böyle iyi bakınca vaz geçmeye gerek olmayacağını bilir. Çok da dinlemez kendisini, hastalık hastası olur insan fazla dinleyince. Kendi bedeniyle ilişkisinde de tavizleri, öncelikleri, tercihleri, sınırları ve olurları vardır insanın, Henk bunları kendi bedeninde ustaca kullanır. Ayrıca bana yedi dakikada duş alma konusunda da sağlam ipuçları vermiştir! Onun sağlık ve beden ile ilgili tiyoları hep işe yaramıştır. Asla aç dolaşmayacaksın kardeşim, yorgun bedeni zorlamayacaksın, kısa aralarla ve derin nefeslerle, bir de sağlam telkinle yola devam edeceksin. Ve tabii ki yaşama tatlı tarafından yanaşacaksın mümkün olduğunca, keyif ve huzur sağlığın en yakın koruyucuları çünkü…

• Başkalarına şans tanımak, alan bırakmak: Birlikte bir proje taslağı üzerinde çalışıyorduk, gerçekleştiremedik henüz. Adı “Showcase” olacak, farklı ülkeler ve okullardan öğrenciler bir araya gelerek ortak performanslar tasarlayıp ortaya koyacak ve bunları diğer ülkelerde başka okulları gezerek paylaşacaklar. Çok özetle anafikri bu projenin, fikir babası tabii ki Henk. Bizim “Lifestyles” projesi üç yılın sonunda tamamen öğrencilerin talep ve gidişatları doğrultusunda yaşambiçimlerini paylaşmaktan çıkıp bir yaşambiçimi haline gelince oluştu bu fikir Henk’in o güzel kafasında. Sanırım projenin ikinci yılının sonundaki gösterilerdeydik, çocukların hepsi, altı ülke, yedi farklı okuldan 45 liseli genç, birlikte oluşturdukları gösteriyi sunarken Henk bana dönüp hepsinin birer “showcase”inin olması gerektiğini, tüm bu çabaların o dosyalarda her bir öğrenci için birikmesi gerektiğini, bunun ileride onlar için portfolyolarında çok değerli bir bölüm olacağını söyledi. Sonra tekrar etti: “showcase… showcase… hmmm…. Showcase… Belki de yepyeni bir proje olmalı showcase…” Proje bitti, raporları yazıldı, AB Eğitim Komisyonundan “aferin” aldı, orada burada iyi örnek olarak gösterildi vesaire…. Altı ay sonra Henk yanında bir meslektaşı ile geldi bizim okulu ziyarete, üç döt okul daha katıldı işe ve showcase için bir dizi toplantı yaptık, yeni başvuru yapalım, nasıl yapalım da yapalım diye. Henk yanında getirdiği hiç uluslar arası proje tecrübesi olmayan, müzik veya sahne sanatları öğretmeni bile olmayan dünya tatlısı meslektaşına tüm fikirlerini verdi, koordinatör o olsun istedi ve “yapmadan öğrenilmez” dedi. O zaten biliyordu, ve zaten ne fikri ne projeyi ne de hayatta herhangi birşeyi ‘kendine’ saklamıştı; dolayısıyla kendi yarattığı güzelliğin yönetimine bir başkasını isteyerek yine özel bir şey yaptı. Hem fikri herkes için sahiplenilmesi gereken özel hale getirdi, hem bir başkasına şans yarattı (olanı vermek bile değil, bir şans yaratıp vermekten bahsediyorum) hem de hayatta birine yeni bir dünya için bir kapı açmış olmanın sürprizli hazzını yaşadı. Hiçkimse bu projeyi kendisi gibi oluşturup yürütemezdi aslında, herkesin kafasındakini en iyi kendisi gerçekleştirebilir elbette, akıl bize böyle der. Ancak Henk bunun tersine de inanır, senin başlattığın fikri bir başkası daha da güzelleştirebilir, bir diğeri gerçekleştirir, bir diğeri “yaşasın bana da bana da” der…

• Sabır: Onbeş yaşında bluğ çağında bir genç kızın, sınıfta hoşlandığı çocuk da varken kaldırılıp bir beceri göstermesini talep ettiğinde bir öğretmen için (şarkı söylemek, soru cevaplamak, problem çözmek…) sabır şarttır. Çocuklar okumayı öğrenirken öğrencinin okuyamadığı kelimeyi söylemeden onun başarmasını beklemek için de sabır şarttır. Feci bir pop şarkısının dört liseli genç tarafından güzel söylenebilir hale gelmesi için defalarca tekrar etmek için sabır şarttır. Her defasında bedeninin bir köşesinden fırlayan kanserli hücreyle hayatın üzerine pazarlık masasına oturup onu yenebilmek ve birkaç gün daha hayattan kazanmak için sabır şarttır. Hayatta kalmak, hayattan keyif almak, hayatta güzel birşeyler yapmak, evrene güzel bir sanat ürünü bırakmak, bir şey öğrenmek, bir şey öğrenilmesini sağlamak, lezzetli bir yemek yemek hep sabır işidir. Henk bunu bilir. Yaşamının son anlarında bedeninin içindeki yaraların acısı katlanılmaz olduğunda ihtiyacı olan şeyin sabır olduğunu bilir. Sabır çok önemlidir.

• Ciddi ciddi keyif almak: Bir şeyi ciddiye almak eğlenmemek anlamına gelmez aslında. Hani iş ciddi bişiydir, eğlenilmez anlayışımız vardır bizim. Gelmişsin koskoca uluslar arası konferansa pişmiş kelle gibi sırıtamazsın diye düşünürüz, toplum, ahlak, görgü, kural, anane, gelenek, inanç derken ciddi olmak denilen kavramın yerini biraz kaydırırız farkına varmadan. Oysa büyük ciddiyetlerin içinde büyük keyifler ve kocaman gülümsemeler saklıdır. İş başka eğlence başka değildir, iş hayatımızın en büyük kısmını yiyen, çoluk çocuğumuzdan, kendimizden, hayatımızın aşkından çok birlikte vakit geçirdiğimiz uğraşımızdır, eğlenmeden iş olmaz, olursa bu işi yapandan adam olmaz, işten de bi iş çıkmaz…

• Başbelası olmak: Bazı konularda tam bir başbelasıdır Henk, yalana asla gelemez, yalap şap iş yapılmasına asla göz yummaz, eğer birşeyler ters gidiyor ise, düşünce farklılıkları varsa, etik bir tedirginliği varsa asla susmaz. Bir seferinde yine bir proje toplantısında yoğun tartışmalar gidiyor, yılsonu seyahatinin tarihi, kimin ne zaman sınav zamanı, nerde kalınacak, nasıl olacak filan derken saatlerce altı ülke ve farklı eğitim sistemi içerisinde bambaşka öncelik ve zorunlulukları denkleştirip bir çözüm bulmaya çalışıyoruz. Öyle bir uzlaşıldı ki sonunda, ev sahibi ülke olacak biz ve olaydan sorumlu bendeniz bu zor çözüme sesimi çıkaramadım ama aslında okul olarak bizi bir hayli zorlayacak bir durum oluştu. Henk sanki aklımı okumuş gibi herkesi susturup bana baktı ve “sorun ne?” dedi. Yüzümden mi anladığını merak ettim, yoksa gerçekten aklımı mı okuyordu? Geriye kalan herkes öyle şaşkın bakakaldı ki aklımı okuduğunu anladım. O günü daha uzun ve yorucu biçimde geçirdik ama sonunda herkese uygun bir çözümle masadan kalkıp içmeye gidebildik. Henk yanıma yaklaşıp “gereken bazı durumlarda hemen başbelası olmak en doğrusudur” dedi, “böylece uzun vadede olabilecek bütün belaları başından salma ihtimallerini güçlendirirsin, salamazsan da en azından ben demiştim deme şansın olur. Bazen sen de başbelası olabilmelisin.”

Tüm bunları sadece Henk’ten öğrendiğimi söylemek başka çok değerli mentorlarıma, aileme ve can dostlarıma haksızlık olur, en başta da kendime. Ama Henk’i, onunla ilişkimi, iletişimimi ve hayatımda onun yerini varlığını düşündüğüm zaman içimden dökülenler bunlar. Demek ki bana çok değer katmış, ben ki böylesine uzak ve onun hayatından nisbeten oldukça bihaber bir dünyada, tabanı kıçına değerek koşan bir hızda yaşayan ben. Kimbilir en yakınlarındakilere neler katmıştır, nasıl zenginleştirmektedir hayatı.

No comments:

Post a Comment